Aslında bu yazımın taslağı birkaç haftadır hazırdı ve yazıma son şeklini türlü sebep, bahanelerle verememiştim. Dün itibarıyla ‘artık sırası geldi’ dedim ve konuya ilişkin derlediğim bilgilerle, edindiğim düşüncelerle aşağıda okuyacağız bu yazımı kaleme aldım. Belki anımsayacaksınız “İktidarın özellikle son 12 yılda hiçbir vaadini gerçekleştiremediği!” şeklinde bir haber geçenlerde basında/medyada yer aldı. Yine belki anımsayacaksınız AK Parti’nin ta 2011’de “Hedef 2023” başlığıyla duyurduğu vaatlerinden birinde şöyle yazıyordu: “Özel üniversitelerin kurulmasına imkân veren hukuki düzenlemeleri yapacak, özel ve vakıf üniversitelerinin yükseköğretim içerisindeki payının artırılması için gerekli tedbirleri alacağız.” Bu vaatlerinin gerçekleşmemesine bilhassa çok sevindim aslında. Çünkü benim için “üniversite” demek devlet üniversitesi, demektir. Özel üniversite denince de aklıma Amerika’daki Harvard, Cornell, MIT yani Massachusetts Teknoloji Enstitüsü, Yale, Stanford, John Hopkins, Duke gibi üniversiteler gelir. Türkiye’de 1970’lerden önce kurulan devlet üniversiteleri, benim gözümde gerçekten ‘ÜNİVERSİTE’

 Özellikle son süreçte AK Parti iktidarları döneminde kurulan devlet ya da özel üniversitelerin tamamı ‘gecekondu’ gibi kurulmuş üniversitelerdir. Üniversite benim düşünceme göre aslında nedir, nasıl olmalıdır onu size hemen söyleyeyim: Öğretim kadrosu, kütüphane ve laboratuvar, öğretim üyelerinin yayımladığı makalelerin uluslararası bilim çevrelerinde aldığı referans sayısı, öğrenci yurtları ve yemekhaneleri, ulaşım olanakları gibi vasıfları bünyesinde bulunduran kurumlardır, üniversiteler. 2002, 2003 yıllarından sonra yani AK Parti döneminde açılan üniversitelerinde bu özelliklerin, niteliklerin hemen hiçbiri yoktur, onun yerine sadece yandaş müteahhitlerin yaptığı çürük binalar var, eğitim ve hizmet kalitesi çok düşük ve zayıf lise vasfının bile bulunduğunu zor söyleyebileceğimiz kurum, kuruluşlardır. Türkiye’de 2020 itibarıyla, 129’u devlet, 70’i vakıf olmak üzere 199 üniversite bulunuyor. Örneğin; Fransa’da 85 üniversitede 184 bin 566 akademisyen ve 6 milyon 950 bin 142 dolayında lisans öğrencisi bulunuyor. 2019’da Türkiye’deki 196 üniversite rektöründen 68’inin hiç uluslararası yayını olmadığı, 71 rektörün de makalelerine hiç atıfta bulunulmadığını, hiç atıf yapılmadığını çeşitli güvenilir akademik resmi kaynaklardan öğrendim. Öte yandan aynı kaynaklardan edindiğim bilgilere göre 2019 verilerine bakıldığında; 78 üniversitedeki 273 bölümde profesör, doçent veya doktor unvanına sahip bir öğretim üyesi bulunmuyor.

Bu örnekleri verdikten sonra gelelim uluslararası düzeyde karşılaştırmaya: Türkiye’nin nüfusu 85 milyon, yaklaşık 7 milyon yani nüfusun yüzde 8’i üniversite öğrencisiymiş. ‘Maşallah’ dediğinizi duyar gibiyim. Lütfen acele etmeyin. Peki şimdi Fransa’dan örnek vereyim; Fransa’nın nüfusu 68 milyon, üniversite öğrencisi sayısı 2 milyon 97 bin, nüfusun yüzde 2 nokta 9’u yani. Türkiye’de nüfusun yüzde 8’inin Fransa’da yüzde 2 nokta 9’unun üniversite öğrencisi olması, aslında Türkiye’de ilk, orta ve yükseköğretimin skandal düzeyde tam anlamıyla çok kötü olduğunu gösterir. Bu iki karşılaştırmalı oran Türkiye’de ilköğretimin ve ortaöğretimin düzeyinin yükseköğretime öğrenci hazırlamaktan çok uzak olduğunun göstergesidir aslında. Üniversite planında ise hesapsız kitapsız öğrenci alındığının kanıtı da olmaktadır. Aslına bakarsanız Türkiye’de üniversite öğrencisi nüfusun yüzde üçünden fazla olmamalıdır. Yani üç milyon kadar. Hesaplama yanlışım varsa lütfen sizler düzeltiniz. İsminin açıklanmasını sakıncalı gördüğüm Balıkesir Üniversitesi’nde geçmiş dönemlerde bir süre görev yapmış akademisyen bir dostum, ağabeyim bana yıllar önce şu değerlendirmede bulunmuştu, bu üniversiteler konusunda; bizim gibi taşra üniversiteleri genellikle kampus biçiminde inşa ediliyor. Kampus yapılanmasının kuruldukları kent ile ilişkilerini bir yere kadar sınırladığını kabul etmek gerekir. Ama ayrışık yaşadıklarını söylemek de mümkün değil. Üniversiteler ile bunların kuruldukları kentin yaşamı arasında olumlu, olumsuz, toplumsal ve faydacı etkileşim kaçınılmaz biçimde olmaktadır. Toplumsal ve kültürel açılardan olumlu etkileşim, Anadolu’nun içe kapalı toplumsal yaşantısına, ancak televizyonda görülebilen türde genç insanların sızmasına yol açmaktadır. Bu noktadan bakıldığında etki olumludur. Bir diğer olası olumlu etki, öğretim elemanı ve diğer çalışanları ile bir kurum olarak üniversitenin kurulduğu coğrafyanın ufkunu açabilmesidir. Fakat bunun ne denli gerçekleştiği hala soru işaretidir. Faydacı anlamda toplumsal olumlu etki ilke olarak yerel iktisadın zenginleşmesidir aslında”

Ben o dostum akademisyen kadar konuya iyimser bakamıyorum maalesef!.. Üniversitenin bulunduğu kentin toplumsal yaşamını etkilemesi aslında ne anlama gelir, gelmelidir: Kadın-erkek ilişkilerinin çağdaşlaşması, bilimsel ve genel kültür kitapçılarının çoğalması ve yerleşik kalıcı hale gelmesi, tiyatro ve sinema salonlarının, pastane, lokanta ve kahvehane gibi işyerlerinin yakın çevrede çoğalması, gazete, dergi ve kitap satışlarının artması, üniversitelilerin yaşam tarzlarının o kenti olumlu düzeyde etkilemesi gibi. Bugün gördüğüm, gözlemlediğim kadarıyla kentler üniversiteyle bir müşteri kitlesi olarak ilgilenmektedir. Kent ile üniversite arasında düşünce alışverişi pek olmamakta ve bir süre sonra üniversite kentin dünyası içinde kaybolmakta, kentin inanç ve politik anlayışının sınırları içine kapanmaktadır. Özellikle de hemen her açıdan batının doğusunda kalmış olan Balıkesir üniversitesi gibi üniversitelerde çalışan öğretim elemanları ve öğrenim gören öğrenciler kentlerin üniversiteyi soluksuz bırakacak kadar sıktığından yakınmaya başlamış bulunmaktadırlar…

Bu düşünce ve kanaatleri ortaya koyduktan sonra yazımın başlığında sorduğu soruya yani ‘ÜNİVERSİTELERİMİZ GECEKONDULAŞIYOR MU?’ Sorusuna sizler ne yanıt verirsiniz acaba!..