Bir mesaj uzağındayız herkesten ama kimsenin yanında değiliz aslında. "Bağlantıdayız" ama temas yok. Görüyoruz ama görmüyoruz, konuşuyoruz ama duymuyoruz. İşte bu yüzden yalnızlık, modern dünyanın en sessiz ama en derin salgınına dönüşmüş durumda.
Teknoloji, mesafeleri ortadan kaldırdı. Bir tıkla dünyanın öbür ucuna ulaşabiliyoruz. Ama ironik biçimde, o tıklar yüzünden yan odamızdakine uğramaz hale geldik. Kalabalıklar içinde yapayalnız insanlar olduk. Takipçi sayımız arttıkça içsel boşluğumuz büyüdü. Sosyal medya profilleri parlıyor ama gerçek hayatlar sönükleşiyor.
Yalnızlık, artık sadece yaşlıların kaderi değil. Gençler arasında da giderek yayılıyor. Üniversite öğrencileri, yeni mezunlar, plazalarda çalışan beyaz yakalılar… Herkes bir şekilde temas yoksunluğu yaşıyor. Hep bir şeylere yetişiyoruz ama birbirimize geç kalıyoruz. Oysa insanı insan yapan, temasın kendisiydi. Dokunmak, dinlemek, paylaşmak…
Psikologlar yalnızlığın fiziksel hastalıklar kadar zarar verdiğini söylüyor. Uyku bozuklukları, anksiyete, depresyon… Hatta uzun vadede bağışıklık sistemine bile zarar verebiliyor. İnsan beyni, binlerce yıl boyunca sosyal etkileşimle şekillenmiş bir organ. Şimdi ise ekranlarla baş başa.
Peki çare ne? Teknolojiyi suçlayıp elimizi eteğimizi mi çekelim? Elbette hayır. Çünkü mesele teknolojiden çok, onunla kurduğumuz ilişki. Ekran başında geçirilen zamanı değil, o zamanın içeriğini sorgulamalıyız. Kaç sohbetimiz gerçekten derin? Kaç selamımız içten? Kaç "iyiyim" cevabının ardında gözyaşı saklı?
Belki yalnızlıkla baş etmenin ilk adımı, birilerinin yalnızlığını fark etmektir. Sessiz çığlıkları duyabilmektir. Ve belki de en önemlisi, kendi yalnızlığımızla barışmaktır. Çünkü bazen yalnızlık, bize kendimizi duyabileceğimiz tek sessizliktir. Yeter ki ona teslim olmayalım.
Yalnızlık kaçınılmaz olabilir ama terk edilmişlik kader değildir. İnsan insana şifadır, yeter ki gerçekten bakmayı ve görmeyi bilelim.
Yorum yapın