Sabah telefonumuzdan gelen haber özetlerini okurken, navigasyon uygulamasına güvenip trafiği atlatırken, bir alışveriş sitesinde ilgimizi çeken ürünün tam da “bizi düşündüğü için” önerildiğini sanırken... aslında yapay zekâ ile yaşıyoruz. Belki farkında değiliz ama artık onunla aynı sofradayız, aynı masadayız. Bu, insanlık için bir dönüm noktası. Teknolojiyi icat eden bizler, artık onun gölgesinde yaşamanın ne anlama geldiğini sorgulamak zorundayız.

 

Yapay zekâ sadece bir yazılım değil; alışkanlıklarımızı, üretim biçimimizi ve hatta düşünme şeklimizi dönüştüren bir paradigma. İş dünyasında şimdiden birçok meslek otomasyonla dönüşmeye başladı. Muhasebecilerden avukatlara, çevirmenlerden öğretmenlere kadar pek çok meslek grubu, bu yeni teknolojiden doğrudan etkileniyor. Bazı işler yok olurken, yenileri doğuyor. Ancak bu dönüşümün kazananı kim olacak? İnsan mı, algoritmalar mı?

 

Eğitimde de benzer bir durum var. Yapay zekâ destekli öğrenme modelleri, kişiye özel eğitim imkânı sunarak fırsat eşitliği yaratabilir. Ancak aynı zamanda öğrencinin sorgulama, düşünme, hata yaparak öğrenme gibi temel becerilerini törpüleyebilir. Ezberci bir yapay zekâ mı, yoksa yaratıcı düşünen bir insan mı? İşte yeni neslin önündeki en büyük sınav bu olacak.

 

Peki ya etik? Her şeyi bilen, hatta bizden daha iyi kararlar verebilen bir sisteme ne kadar güvenebiliriz? Kararlarının kaynağını, algoritmaların iç işleyişini sorgulayabiliyor muyuz? En çok da şu soruyu sormalıyız: Bir gün, yapay zekânın “insani” olmayan kararları karşısında ses çıkarabilecek miyiz, yoksa onu “tarafsız” diye kutsal ilan mı edeceğiz?

 

Yapay zekâyla yaşamak, konforlu olduğu kadar tedirgin edici de bir süreç. Geleceği öngöremeyiz belki ama şunu unutmamalıyız: Teknoloji bizim elimizde bir araç olmalı, efendi değil. Aksi halde, kendi yazdığımız kodlarla ördüğümüz kafesin içinde insanlığımızı yitiririz.