ÖZGÜVEN DUYGUSUNUN TANIMI

Özgüven, sözlüklerde ‘kişinin kendine güveni’ diye tanımlanıyor. Bunun, insanı düşüncesi, algılaması, yaratıcılığı, ruhsal yapısıyla seçkin kılmak gibi özellikleri belirleyen özgüven kavramını çağrıştırmadığı anlaşılıyor. Ayrıca her gün, özgüvenin kabadayılara, kavgacılara, vurup kırcılara, atıp tutanlara yakıştırıldığının örnekleriyle karşılaştığımız da toplumsal bir yara olarak durmaktadır.   Sığ ve donuk kafaların, ancak özgüven duygusuyla yaratılacak “Beni bende demen (demeyin) bende değilim/ Bir ben vardır bende benden içeri” dizelerinin, bizim aramızdan çıkan Yunus Emre’nin bir özdeyişinden aktarıldığını bilmeyişleri bir yana, onun gibilerin aklından bile geçmez, olduğunu bilmek gerekir. Özgüveni mutlu, yaşamın tadını bilenlerde arayanlar, ‘kişinin kendine duyduğu özsaygı’ diye tanımlayanlar da var. Oysa özgüven, ancak ‘herkeste olmayan yaratıcı bir duygu’ diye algılansa, belki onun anlam alanına biraz daha yaklaşılmış olur...   
Özgüven konusunda kitabı da olan dünyanın tanınmış düşünür ve sosyologlarından Gael Lindenfield, özgüveni ‘kendine özgü bir davranış’ diye tanımlayarak ‘iç güven-dış güven’ diye ayırmaktadır. Aynı düşünür Lindenfield, İnsanın sevmesini, başkalarında güven uyandırmasını, özverili olmasını ekleyerek, karakter yapısıyla örtüştürünce özgüven kavramını daha da anlaşılmaz kıldığını kaydetmektedir. Bana göre; ‘Özgüven, herkese özgü içsel bir duygudur. Ne başkasından öğrenilir ne başkasına öğretilebilir. Yine de elbette öğrenmenin, öğretmenin bir yolu bulunacaktır. Bakarsın, bir gün, insanın, içinde yarattığı duyumsal öğretmen, çevresini bilgiyle donatan kitapların içeriği, yaratıcılığı öne çıkaran güzel sanatlardaki duyumsamaları düşünce potasında kaynaştırarak özgüven duygusunu kişiliğimizin bir parçası kılmayı başaracaktır.’  Bu türden bir kanaate yaşlanıp ellerini kullanamayınca resim yapamayan tanınmış Fransız ressamı Renoir’ın, fırçayı parmaklarına iplerle bağlatıp, kadın güzelliğini çizimiyle, renk seçimiyle sanatsal kılan özgüvenle gerçekleştirdiğini anlatan bir filmi ilgiyle izledikten sonra vardığımı belirtmek gerekiyor. Bu vardığım kanaate göre;  En başta kadınlar olmak üzere, içinde özgüven duygusunun depreştiğini duyumsamayan insan olmadığı kanısı da bende pekişmiş oldu. Ne var ki insanı erdemli kılan bu özgüven duygusu, sıradan insanlarda ‘özenme’ olarak kalmaktadır. Ancak şair, yazar gibi aydın kesimlerdeki bireylerde çağını etkileyen felsefeci, filozof yani düşünür kafalarda bulunmaktadır. Dünyaca tanınan ‘Don Kişot/Don Quoijote’ yapıtının yazarı Cervantes; ‘Unutma, kendi çatısı camdansa eğer, delidir taş toplayan, komşuya atmak için demiş ve bu derin alma taşıyan sözlerinin devamında “İnsanların çoğu kaybetmekten korktuğu için, sevmekten korkuyor. Sevilmekten korkuyor, kendisini sevilmeye layık görmediği için. Düşünmekten korkuyor, sorumluluk getireceği için. Konuşmaktan korkuyor, eleştirilmekten korktuğu için. Duygularını ifade etmekten korkuyor, reddedilmekten korktuğu için. Yaşlanmaktan korkuyor, gençliğinin kıymetini bilmediği için. Unutulmaktan korkuyor, dünyaya iyi bir şey veremediği için. Ve ölmekten korkuyor, aslında yaşamayı bilmediği için” vurgusunu özellikle yapmıştır. Hepimizin bildiği, çoğumuzun okuduğunu düşündüğüm ‘Sefiller’ yapıtının yazarı Victor Hugo; 1784 yılında yazdığı bir denemesinde “Aydınlanma, insanın kendi suçu ile düşmüş olduğu bir ergin olmama durumundan kurtulmasıdır. Bu ergin olmayış durumu ise insanın kendi aklını bir başkasının kılavuzluğuna başvurmaksızın kullanmasıdır.” Tespitini bence özellikle yapmıştır. Hugo’nun ‘Aklını kendin kullanma cesaretini göster!’ şeklindeki sözü ile ‘şimdi Aydınlanmanın parolası olmaktadır’ diyen bir diğer önemli düşünür Kant’ın bu türden görüş ve düşünceleri kendilerinde fazlasıyla bulunan özgüven duygusuyla yaratmamış/söylememiş olsalardı eğer günümüzde en duyarlı kişiler bile bence gündüzün ortasında karanlığı yaşayacaklardı!..