ZORLA GÜZELLİK OLMAZ Kİ!..

Daha yakın zamanda yani birkaç önce buna benzer başlık ve içerikle bir yazım daha bu sütunlarda
yayımlanmıştı. Evet, bugünde biraz güncellenmiş ve de özetlenmiş bir yazımla sizlerle birlikteyim.
Ancak bu sefer de ‘yine mi tekrar yazısı!’ demeden önce lütfen bir kez daha okuyun ve öyle karar
verin. Peşin hükümlü, önyargılı olmayın yani..
Gazetecinin haber yapmak hakkı, yorum yapması ise helaldir..
Gerçekten gazeteci olan vicdan, insaf, izan sahipleri bunu çok iyi bilirler, bilmek zorundadırlar ama ne
gezer!..
Yazıma böyle başlamamın nedenini eğer merak ediyorsanız, birazdan anlatacaklarımı lütfen dikkatle
okuyup değerlendirmesini öyle yapınız. Çocukluğumun ve sonrasında ergenliğimin, ardından da
gençliğimin ilk yıllarının geçtiği yıllarda, Yetmişli ve seksenli yıllarda ilkokul, ortaokul, lise
dönemlerinde çoğumuzun diline pelesenk olmuştu; ‘Sepet sepet yumurta, sakın beni unutma!
Unutursan küserim, mektubumu keserim!’ şeklindeki şimdi klasikleşmiş bu sözler!.
Çünkü o yıllarda, mektuplaşmak, birbirimizin anı defterlerine duygu dolu notlar düşmek, kısacası
duygularımızı ifade etmek, yüz yüze geldiğimizde birebir açıkça söyleyemediklerimizi kağıda dökmek,
hatta yazarak ilan-ı aşk etmek, adettendi, o günlerde modaydı, popüler olanı yapmaktı. ‘Hiç
unutmam’ diye söze başlayıp belleğimi şöyle bir yokladığımda, gazeteciliğe ilk başladığım yıllarda,
meslekte henüz iki buçuk üç yıllık geçmişim varken, o dönemdeki patronum merhum Ekrem
Balıbek’e yazdığım mektup sayesinde gazetesinden kendimi kovdurmayı becermiştim(!) Ama Ekrem
ağabey ne beni, ne de ben onu, gönüllerimizden bir türlü asla kovamadığımızdan ve ben ‘gazetecilik
mesleğindeki ebedi babamdır!’ demekten, asla vazgeçemediğimden, aradan yaklaşık iki sene
geçince, ilk karşılaştığımızda boynuna sarılmış, tutup elini öpmüş ve sonraki yıllarda, 2011’de vefat
edinceye dek, benimle sıkı dostum, feyz almaya devam ettiğim meslek büyüğüm, ustam olmaya
devam etmişti..
Sizin anlayacağınız, o yıllarda yazmak ve okumak, duygularımızı, niyetlerimizi, varsa isyanlarımızı
kağıda dökmek, kendimizi öyle ifade etmek, çok önemliydi. Köşe yazılarını son süreçte İnternet'ten
takip ettiğim Mehmet Tezkan’ın sanırım 2014 yılının Aralık ayında o dönemde çalıştığı Milliyet
gazetesinde yayımlanan bir yazısında, “Sepet sepet yumurta sakın..” başlığıyla kaleme aldığı yazısının
bir bölümünde, benim bugünkü yazımda bahse konu ettiğim mevzuya ilişkin şu ilginç ve çarpıcı
görüşler yer alıyordu; Eskiden tehlikeli değildi. Kasabadan kente inen, köyden kente gelen yanında
yumurta getirmeyi ihmal etmezdi. Çünkü en ucuz, en hoş hediyeydi, yumurta.. Doktora mı gittin,
bir sepet yumurta.. Avukatın kapısını mı çalman lazım, bir sepet yumurta.. Akrabanı, arkadaşını mı
ziyaret edeceksin, bir sepet yumurta.. Köylü toplumuyduk.. Çoğu evde kümes vardı.. Kümesten
alırsın, saman dolu sepete koyarsın, taze taze götürüsün.. İster sucuğun üstüne kır, ister menemen
yap, ister omlet.. Sevmeyen yok gibidir, yumurtayı. Sucuklu yumurta milli yemektir. O zamanlar
mektupların sonuna mani yazmak adettendi. Mani yazılırda mani hiç yumurtasız olur mu? Hiç
düşünmeden döşenirdik; Sepet sepet yumurta, Sakın beni unutma, Unutursan küserim,
Mektubumu keserim.. Gel zaman git zaman, evler apartman oldu. Tavuk besleyecek yer kalmadı,
haliyle kümesler de yıkıldı. Civcivler makinelerde büyümeye başladı, yumurtalar saman dolu
sepetlerden çıkıp karton kutulara girdi. Ne eski tadı kaldı, ne kokusu, ne de rengi. Mektup adedi de
bittiği için manisi de unutuldu. Kimse artık, Sepet sepet yumurta, Sakın beni unutma, demez
oldu!.”
Sakın ola ki, bu yazımı, ‘bir veda yazısı’ şeklinde düşünmeyin, ‘Balıkesir’de, daha yapacak çok işim,
bu dünyadan göçüp gitmeden söyleyecek ve yazacak çok şeyim var! Elbette yüce Rabbim bana
ömür verdiği müddetçe!.’
Bu yazı, yaklaşık iki buçuk yıl öncesine kadar yaşadığım zorlu bir süreçte, beni hak etmediğim ölçüde
büyük sıkıntılara sokan bir dönemde, ‘tepkisel bir durum değerlendirmesi, duygusal ve gayet özel bir
analizdi..’

Bu sütunlarda daha önce yayımlanan benzer içerikteki bazı yazılarımı dikkatle okuyanlar, ne demek
istediğimi, aslında neyi kast ettiğimi, zannediyorum, çok belirgin ve açık biçimde anlamışlardır, ya da
anlayacaklardır. Arabesk müziğin ünlü sesi Orhan Gencebay, “Beni Böyle Sev, Seveceksen!” adlı
eserinde, şu dizelerle sesleniyor; “Beni böyle sev seveceksen, Olduğum gibi göreceksen, Girme
gönlüme girme ömrüme, Ne dertliymiş bu diyeceksen!” Sonra da şöyle devam ediyor; “İster sevgi ol
istersen kin, İsterdim, benim ol benim, Beni böyle sev, seveceksen!” Öyle zannediyorum ki, beni
sevenler böyle olduğum için seviyor, sevmeyenler ise böyle olduğum için sevmiyorlar!.
Bu saatten sonra bu konuda yapacak bir şey yoktur, olmaz da!.
Çünkü ben böyle biriyim. Değişmeye veya değiştirilmeye de asla niyetim yok! Başka ne diyeyim ki;
Zorla güzellik olmaz, talimatla, baskıyla, zorlamayla ve hatta ısrarla da iyilik olmaz ve yapılamaz!.