Daha önce çok yazdım, anlattım ama malumlarınız üzere ben gazeteciyim otuz yedi senedir!..
1988 yılından bu yana 37 yıldır bu ‘Şehr-i Balıkesir’de’ hemen her gün yazıyor ve de konuşuyorum. O nedenle sürekli halkın içinde olan ve onların dert ve sıkıntılarını dinleyip ortak olan biri olduğumuzdan, sırça köşklerde oturup gayet abuk sabuk biçimde ahkam kesen omurgasızlardan olmadığımızdan olacak herhalde sıkça rastladığımız bir sorudur; ‘Ne olacak bu memleketin hali?’ sorusu…
Aslında bu soruyu soranlara yanıt vermeden önce şu soruyu ‘Ne olacak bu milletin hali?’ yöneltmek gerekiyor, kanısındayım. Bu soruya yüzeysel biçimde yani son tahlilde felsefe yapmadan yanıt vermek gayet kolaydır, çokta basittir. ‘Ya yönetenlerin muktedir egemen olan veya öyle görünen isimlerine üç kuruşluk menfaat uğruna yalaka biçimde övgüler düzüp, türlü dalkavukluklar yapacaksınız, ya da o egemenlere desteksiz sallayıp kaşının altında gözü var, misali en insafsız ve en sert eleştirilerle saldırırsınız, böylelikle de gönünüzü görürsünüz!’ Yapabilene bu söylediklerimin her ikisi de bu kadar kolaydır!..
Demem o ki, yöntem; gayet anlaşılır, gayet basit ve nettir!..
Beni bilenler bilir, her ikisini de yapacak gazeteci karakterinde yıllardır hiç olmadım, asla olmamda…
Aslında çok basittir, bir iki düzmece anket, birkaç iltifat, yalandan övgüler, yalakalığın diz boyu olduğu gerçek dışı manşet haberler, imla kurallarının cahilce yok edildiği başı sonu belirsiz saçma salak üsluplarla yazılmış makaleler, sözüm ona köşe yazıları ve de birilerine yaranmak için akılsızca ve de bazen ahlaksızca yapılmış sosyal medya paylaşımları…
Sonra gelsin paralar, turalar, sırtını sıvazlamalar, medyanın günümüzde yalan üzerine inşa edilmiş yalandan hayal dünyasında biçare vaziyette nafile gezinmeler…
İşte tüm bu nedenlerle bu sütunlarda geçmişte olduğu gibi bugün de bir anlamda felsefe yaparak sizlere bir şeyler anlatmayı yeğliyorum. Çünkü ben yalandan sakınır, uzak dururum. Bilirim ki yalana, yalakalığa, yağdanlığa ve yağcılığa ortak olmak hep ayıptır, hem de günahtır!..
Eskilerin eskimeyen sözü daima zihnimdedir hiç silinmemiştir; ‘ağaç olgunlaşmadan meyve vermez!’ derler ya, yazılarımın çoğunda yaptığım gibi ‘felsefe üzerine kurulu’ bir yazıyı daha yazmaya başlamış hatta yarısına gelmiş iken, öncelikle ‘nedensellik’ gibi bir önemli kavramın önemsenerek incelenmesi gerektiğini bu vesileyle özellikle vurgulamak istiyorum.
Çünkü yaşamımızın başından beri başlayan süreçte örneğin; çocukluk döneminde zihinsel anlamda ‘algı araçları gelişmeye’ başlar. Gençlik döneminde ise, ‘algı araçlarının kullanımı’ öğrenilir. İnsanın olgunluk dönemi ise ‘fikir üretme’ sürecidir bana göre…
Belki de o yüzden ‘hamdım, piştim, yandım.’ şeklinde tanımlanan, ‘gelişim süreci’ çocukluk döneminde başlar ve olgunluk dönemine dek sürer, gider. Sonra da felsefe üretme sürecine, ‘gerçekten ve kaçınılmaz olarak’ girilir. İnsanın düşünsel gelişim sürecini ‘gerçekten ve kaçınılmaz olarak’ yaşayabilmesi için, ‘soyut ve somut ilişkisini çok iyi anlaması ve gerektiğinde anlatabilmesi gerekir.’
Bana göre felsefe; ‘somut görünen varlıkları anlamak ve bunun üzerine fikir üretme’ sanatıdır. ‘SOYUT’ olanı ise, bizler üretmeliyiz. Böylece, bizlerin soyutta ürettiği felsefe, ‘bizim felsefemiz olacaktır.’ Siz isterseniz, bunu ‘inanç’ olarak tanımlayabilir, algılayabilirsiniz.
Bu durumda da evrende yaşayan insan sayısı kadar ‘felsefe ve inanç var olmayacak mıdır?’ gibi bir soru öncelikle akla gelebilir bence gelmelidir de.
O yüzden yazımın bu kısmını lütfen dikkatle okuyunuz; ‘Bazı sivri akıllılar, kendi kanaatlerini, felsefelerini, inançlarını, sığ kalmış kafalarına göre sınıflandırmışlar, sunmuşlar ve de dar akıllarınca sınırlamışlardır. Ama ben onları asla yadırgamıyorum.’ Ancak şuna da dikkat etmek, ondan sakınmak gerekir; ‘beni kimse sınırlayamaz’ dememek ve şunu asla unutmamak zorundayız; ‘ne Felsefe ne de ona bağlı inanç sistemi olmaz, olamaz!..’
‘Şayet olursa da inancı, yani dini veya felsefi görüşleri sınırlanan insanın düşünsel üretimi de mutlaka eksik kalacaktır!’
Aslında bana kalırsa ‘AKIL ile ZEKAYI’ ayırarak işimizi epeyce kolaylaştırabiliriz.
AKIL; ‘hayır ve şerri, doğru ile yanlışı ayırmaya, sebepten sonuç çıkarmaya yarayan, özel bir zihinsel güçtür.’
ZEKA; ‘insanın insanı anlama, algılama becerisidir!’
Bir anlamda yaşamın içinde, yaşanan örnekler, adeta bizim dürbünümüz gibidir. Nasıl ki, dürbün, kendi maddi ve somut varlığını göstermeye değil de uzağı göstermeye yarıyorsa…
Düşünün bir kere; “dürbünün maddi, plastik, cam yapısına bakmakla uzağı asla göremeyiz!”
İşte o yüzden bizler de yaşamın içinde, gördüğümüz örneğe değil, gösterdiği gerçeğe, yani somut olana, yaşanmış realiteye bakarız, bakmalıyız.
O nedenle bir kez daha belirtmek isterim ki ‘zeka, daima aklın emrinde olmalıdır!’
Üstelik ‘akıl, her zaman sorumluluğu üstlenerek, yarar ve zarar devranında, terazi dengesini şaşırmamak zorundadır.’ Zekanın ise bana kalırsa ‘kendi başına sorumluluğu yoktur!’
Hatta buradan hareketle ‘zeka kullanmasını bilene, sadece bir araçtır’ da diyebiliriz. Bu arada ‘İNANÇ’ denince, sadece dini inançlar anlaşılıyor.
Oysa inanç; ‘İnsanın önce kendine inanmasıdır! Kendi kanaatine inanmayan insanın dini inancı da olmaz, kanaatindeyim. Olursa da sağlıklı ve mantıklı olmaz, taklit olur, yapmacık olur, rol yapıyormuş gibi olur.
İNANÇ ve İMAN; bireyin kendi çabası ile yeteneklerini, yani akıl, zeka ve benzeri melekelerini kullanması sonucunda, vicdanın süzgecinden geçirerek, son aşamada vardığı kişisel kanaatidir. İnanç bir algıdır ve özgün (orijinal) olmalıdır. Bu nedenle başkasına dayatılamaz, o nedenle insanlar algılarında kesinlikle özgür olmalıdır!..’
Yorum yapın