Bugün yazıma tıbbi bir gerçeği bir kez daha yineleyerek başlamak istiyorum: Uzun süre kullanılmayan yani hareket ettirilmeyen bir kas yorulduğunda ya da alışık olmadığı ölçüde zorlandığında şişer. Kasın verdiği bu tepkiye ise tıpta 'tutulma' denir. Ayak tutulur, kol tutulursa, geçen süre içerisinde kişiye büyük acılar verir. Bunu gerektiği durum ve zamanlarda sosyolojiye yani toplum bilimine çevirirsek de şunu söyleyebiliriz; Bizler, yani toplumun büyük çoğunluğu 'akıl tutulması' yaşıyor. Siyaseti pek sevdiğim söylenemez. Ama işim gereği, çok sevdiğim gazetecilik uğruna 35 yılı aşkın bir süredir ‘mesleğim gazetecilik gereği’ yerel siyasetin ister istemez içindeyim. Siyaseti ve siyasetçileri yerel ölçekte çok iyi öğrendiğime ve tanıdığıma inanıyorum. O pek sevmediğim ama nefrette etmediğim siyaset ve siyasetçilere ilişkin sıkça yazdığım makalelerle aklımın yettiği kadarıyla sürekli bir şeyler anlatmaya çalışıyorum, bazen de sert sayılabilecek eleştiriler yöneltiyorum. Siyaseti pek sevmememin nedenlerini kısaca sıralamak gerekirse öncelikle ben akıldan, bilimden, doğruluktan, dürüstlükten yana bir insanım. Dahası çokta duygusalım. Kimi aptalların ‘salaklık’ diye tanımladığı aşırı saflığımda cabası!..
O nedenle siyasetin bilim içine sokulduğunda sonuçlarının ne olacağını çok iyi kestirebiliyorum. Örneğin, çok önemli bir ilacın bulunmasının hemen öncesinde, durumu 'siyaset' açısından değerlendirecek bir kişi olsa büyük olasılıkla çıkıp şöyle diyecektir; "Yahu ne gereği var bunun hem zaman kaybı hem de zarar ve ziyan. Geceden bu yana ışıklar yanıyor. Kaç para elektrik faturası geldi geçen ay haberiniz var mı?" Yine, son derece tehlikeli bir hastalığın ortadan kalkmasının son aşaması olan hayvan deneyi öncesi siyasi bir bakış hayal edin; "Neden fareleri öldürüyoruz ki, günah değil mi? Annesi babası vardır. O da bir can taşıyor. Senin üzerinde yapsak bu deneyleri iyi mi olur?" Gayet uç noktada, karikatürize biçimde bu iki örneği vermişken, şunu da söylemeden geçmeyeceğim; Siyaseti yapacak kişiler en zor durumdan kurtuldukları an, kendilerini iyileştiren ilaçların 'ne şekilde elde edildiğini' pek umursamayacaklardır. Burada siyaseti yapan kişinin siyaseti, derdin ucu kendine dokunana kadardır. Siyaseti bu nedenle pek sevdiğimi söyleyemiyorum. Çünkü siyaset, gerçekten ikiyüzlüdür. Siyaset ikiyüzlüdür de acaba o siyaseti yapanlara inananlar nasıldır? Üstelik tüm siyasetçiler için ‘ikiyüzlüdür’ diyebilir miyiz? Sizleri bu yazımı okurken şöyle düşündüğünüzü veya düşünebileceğinizi tahmin edebiliyorum. Şunu iyi bilin ki, verdiğiniz veya vereceğiniz yanıtta asla yalnız değilsiniz. Bu yanıtın ne olduğunu ne olabileceğini hemen herkes zaten biliyor. Ancak ben size 'bilmediğiniz' ya da bir türlü ‘kestiremediğiniz’ veya 'anlayamadığınız' bir şey söylemek istiyorum; ‘Akıl tutulması!..'
Siyasetin en büyük tehlikelerinden birisi de bizleri yani toplumu 'akıl tutulmasına’ itmesidir. Bizler, tıpkı kaslarımızın arada bir tutulduğu gibi akıl tutulmaları yaşıyoruz. Belki kas tutulmasında olduğu gibi 'anında' canımızı yakmıyor. Ancak gün geçmiyor ki o akıl tutulmalarının mutlaka 'sızısını' hissediyoruz. Birileri de bizlerin 'aklımızı' kullanmamızı olabildiğince engelliyor, dolayısıyla düşünmemizi de engelliyor. Kendi fikirlerimizi benimsemiş, kendimize yakın hissettiğimiz kişilerin bazen de olsa ağız dolusu saçmalıklarıyla tatmin olmaya yani ‘kendimizi kandırmaya’ çabalıyoruz. O nedenle aklımızı kullanmayı da işte böyle zamanlarda bir kenara bırakıyoruz. "Birileri zaten bizim yerimize düşünüyor, en iyisini yapmaya çalışıyor" diyenlerimiz yok mu? Elbette var! Oysa yanılıyoruz. Çünkü bu aslında hem aklımızı hemen hiçbir yerde kullanmamızı bize öğütlüyor hem de aklımızı kullanmaya karar verdiğimizde kendi kendimizden kuşku yönünde adeta bizleri teşvik ediyor. Manipülasyonun yani yönlendirmenin bu nedenle hiç ama hiç farkına varmıyoruz. Böyle olunca da 'uzmanlık' ve 'bilim' de kaygılarımız arasından çıkıveriyor. Bir iki süslü sözü(!) hafif yağda kızdırıp, üstüne salçalı su ekleyen hemen herkese 'usta aşçı' gözüyle bakıyoruz. Sap ile samanı maalesef birbirinden ayırt edemiyoruz. Gözlerimizi kullanmayınca zamanla adeta körleşiyoruz. Tat alma duyularımızı yitirmişiz. "Bu yemek olmamış!" demiyor, "Eline sağlık" diyoruz. Biz yapsak, belki de daha iyisini yaparız ama maalesef fark etmiyoruz, ya da fark edemiyoruz! Yazımın sonuna gelirken bilhassa şunu belirtmemde yarar var; Evrende, dünyada, Avrupa da Ortadoğu da memleketimiz Türkiye’de hatta Balıkesir’de 'yanlış' olan yanlış giden pek çok şey var. İşte bu yanlışların, hataların, kusurların, tersine giden şeylerin farkına varabilmek için öncelikle akıl tutulmasından kurtulmamız gerekiyor. Aksi halde akıl tutulmasından dolayı yaşanan ve gün geçtikçe yoğunlaşan ‘aymazlık hali’ yakın gelecekte korkarım hepimizin sonuna getirmeye vesile olacaktır. O zamanda akılları tutulmayanlar dahi ‘kurunun yanında yaşta yanar’ misali kaçınılmaz biçimde yanıp yok olacaklardır, tıpkı bugünlerde olduğu gibi…
Yorum yapın