Nakarattan hemen önceki o gergin söz dalaşında ben bitmiştim. Güneşli günleri göremeden, motorları maviliklere süremeden, Ömer adam olamadan, yazımı kışa çeviremeden ortalık yerde kalakalmıştım. Tel kopmuştu, çay taşmıştı, yıllardır beklediğim otobüs artık kaçmıştı. Biletimin yandığına mı yanayım, cebimde ilaç niyetine bir kuruşluk umudumun kalmayışına mı? Bu toprak nasıl bellenir şimdi? Kim un ufak edecek bu balçık kurusunu? Umudumuz savrulup düşmüş Ayvalık’ın en kıraç yerlerine. Yetmezmiş gibi bir de üstünden çirkin ve kocaman ayaklarıyla şeytan yürüyüp geçmiş. Nisanın ortasına gelmişiz, eriklerin olası yok. Kırlangıçlar pek bir sarhoş, yuva kurmak umurlarında değil.
Aydan da farklı değildi, biliyorum. Kaç kez söyledim bırak şu işi diye. Her yeni dönemde kendinden veriyorsun, her yeni senede biraz daha kendini eksiltiyorsun. Kendine bile kalamıyorsan bana nasıl yeteceksin? Dinleyen kim? Harılgürül bir yangının tepesinde bir kuş tüyü gibi döne dönetutuşuyor. Anasını kaybettiğinde zor kendine getirmiştim. Türkiye’nin yarısını gezdik fayda etmedi de kıçıkırık bir deniz köyünde şifasını bulmuştu. Yine o reçelci teyzeyi getirsem iyi olur mu acaba? Beş dakikalık sohbetle ölümü de yıkımı da unutmuştu. Bu kez daha zor görünüyor. Gelecekle kan davasına girişmiş. Başkalarının hayatları için kendi umutlarını harcıyor. Ben bir şey deyince bana da kızıyor.
“Hazırlan da biraz dışarı çıkalım. Çay falan içeriz.” Demez olaydım. “Çay dediğin şey burada da içilebiliyor. Çok işim var. Birkaç proje hazırlığımız var, hiçbir yere çıkamam. Sen istiyorsan çık.” Şu dili koparsam faydası olur mu? Yaşadığım hayal kırıklıklarının sayısını bilemez oldum. Doğan güneş, 35 senedir benim için hep umutken şu iki senedir buna bile sevinemez oldum. Artık her yeni gün, acaba bugün ne laf yiyeceğim diye düşünüyorum.
21 derecelik mükemmel bir nisana haksızlık etmek istemiyordum, sessizce çıktım. Birkaç serseri sığırcığın türkülerini duydum. Adamakıllı bir küfür savurdum: “Susun be, ne halt yemeye ötüyorsunuz? Duyan da bahar geldi sanacak. Bizim mevsimimiz hep kış artık. Bunu anlayın! Zevzekliğin lüzumu yok!” Zavallılar sustu kaldı. Onların ne suçu vardı? Benim ne suçum vardı? Suçlu kim?..
Aydan’ı bırakıp gitmek de mümkün. Ancak yapamıyorum. Benim öyküm onunla başlamış. Ben, kalbimin şuramda attığını ilk kez onunla hissettim. İmlasız hayatımın bir düzende ilerleyebildiğini ilk kez onunla anladım. Beni, bana vermiş gibiydi. Bana öyle geliyordu ki ben o yaşa kadar ölüymüşüm de Aydan’ın elvermesiyle bedenime ruh üflenmişti. Onu paylaşmamak için çocuk bile yapmamıştım. Çocuk; ailenin bereketi, Aydan’ın kıtlığıydı, bunu biliyordum. Şiirin ortalık yerinde ellerini koklamıştım. Romanın en çatışık, en gerilimli yerinde gözlerine dalmıştım.
Ancak böyle de olmuyormuş gibi geliyordu. Aydan, özgün hayatımın her parçasını çamurlu ayakkabılarıyla çiğneyip eziyordu. Yazlık ev düşlerim, ağır yaralı bir halde onun ayakları altında can çekişiyordu. Hani Erdek’te kültürlü ve İstanbullu komşularımızla hoş beş etmeler? Hani Kapıdağ’dahaşin Marmara rüzgarına karşı uçurtma uçurmalar? Hani sen, hani beni, hani biz…
Ne bilirsiniz ki siz? Çocuksu dertleriniz, internet sitesinden satın alınan ayakkabının taraklı ayaklarınızı sıkması ya da ödem sandığınız yağların hareketinizi önlemesinden ibaret. Henüz 8 yaşındayken feleğin kıçına tekmeyi vuran benim. Ne biliyorsunuz? Şu hayatta adamakıllı ne yaşadınız? Sizin hiç elektrik faturanız 0 lira geldi mi? Benim çok geldi. Aydan’danönce bu evde pek ışıklı şeyler olmazdı. O, tüm şavkı ve kabarık bir elektrik faturasıyla birlikte geldi.
Kafamın içinde birtakım filler var. Kararsız bir haldeler. Tepişsek mi tepişmesek mi diye düşünmekteler. Bu sırada ülke siyasetinin cıvıklığı, kötülüğü, haramiliği… TDK’ye düşman dükkan tabelaları ve giderek “devlet kurumları”… Açtığı altın madenleriyle Söbücealan köyünü delik deşik eden hatta kaplumbağaların yavruladığı su birikintisini bile greyderleriyle dümdüz eden şirket… Yetmeyen maaş… Yeterinden fazla zamlar… Aydan neden böyle? İş delisi… Aydan, bana neden bunu yapıyorsun? Müthiş kargaşalı ve fırtınalı bir hayatın içinde debelenip dururken gıkım çıkmadan evine bir buket kırmızı gülle damlayan beni neden üzüyorsun? İçimde çırpınıp duran Neşet Ertaş’ı susturup sana hep elinde mendille bir Mahmut Tuncer olabilmenin nasıl zorlu bir şey olduğunu sen bilir misin?
“Hafta sonu Altınoluk’a gidelim mi? Birkaç gün deniz havası alırız.” Floryalar bile gelmiş Aydan. Bahar, kapımızda türküler söylüyor. Ihlamurların kokusu tüm şehri sarmış, kırma beni! “Hayır, çok işim var. Ne çok gezme tozma meraklısı oldun sen. Ek bir iş bulalım sana. Canın sıkılıyor demek ki…”
Yorum yapın