Bu konuya ilişkin tarihsel bilgi ve belgelerin neler anlattığını ve ne dediğini kişisel görüş ve düşüncelerimle sizlere aktarmaya geçmeden önce Atatürk’ün 25 Eylül 1020’de Ankara’da Büyük Millet Meclisi kürsüsünde yaptığında konuşmayı sizlerle paylaşmak isterim; “Bugün bu makamı işgal eden zat (Padişah-Halife Vahdettin) bu millet ve memleket için hain bir adamdır. (Alkışlar). Müsaade buyurunuz beyim bu ‘hain’ bir adamdır. (Alkışlar, bravo, sedaları)” Geçtiğimiz ay İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Tunç Soyer’e “Vahdettin soruşturması” açıldığını sanırım hepimiz biliyoruz. Kısa bir süre sonra da ‘iktidar yandaşı’ olarak bilinen bir yorumcu/yazarın katıldığı bir televizyon programında “Vahdettin’e hain diyenler yargılanacak!” dediğini de duyduk. Bu arada Diyarbakır’da açılan bir bulvara ‘Şeyh Sait Bulvarı’ adının verileceğini de öğrenmiş olduk. Burada hassasiyetle üzerinde durulması gereken nokta şudur kanaatindeyim; Öyle sanıyorum ki, AK Parti iktidarı ve onun bileşenlerinden oluşan ‘Cumhur ittifakı’ ortaklarının büyük bir bölümü ‘Yeni Türkiye’ dedikleri ‘homojen yapı’ üzerine ‘yeni bir tarih’ yazmak istiyor. Bu süreç ilerlerken de ‘Eski Türkiye’ dedikleri Atatürk’ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti’nde tarihsel kahramanlar sayılan şahsiyetleri ‘HAİN’ hainleri ise ‘KAHRAMAN’ ilan etmek istiyor, arzuluyorlar. İktidarın ve de maalesef muhalefet unsurlarının da ‘Atatürk ve Cumhuriyet karşıtı’ gerici ve bölücü paydaşları da bu duruma destekler durumda pozisyon almışlardır. Ancak ben yürekten inanıyorum ki; Türkiye Cumhuriyeti’nin 100. yılında Vahdettin’i ve Şeyh Sait’i yüceltmek, onurlandırmak, Türkiye’de caddeye, sokağa, çeşitli kurumlara bunların adlarını vermek doğrudan doğruya Atatürk’e, Türkiye Cumhuriyeti’ne ve Türk milletine karşı saygısızlıktan öte apaçık bir harekettir. Hele hele Atatürk’ün de yüzyıl önce açıkça ‘HAİN’ dediği son padişah Vahdettin’e günümüzde de ‘HAİN’ diyeni de yargılamaya kalkışmak kanımca Atatürk’ü yargılamaya cüret etmek anlamına gelmektedir. Bu tartışmaya belki de zorunlu olarak girilince sanırım öncelikle şu soruyu sormak gerekir; “Kurtuluş Savaşı sürecinde aleyhte yapıp ettikleriyle düşmanın işini kolaylaştıran ve savaştan sonra da ‘Burada hayatımı tehlikede görüyorum!’ diyerek bir İngiliz gemisine binip ülkeden kaçan son padişah Halife Vahdettin ile Cumhuriyetimizi daha doğarken boğmak amacıyla İngiliz destekli silahlı büyük bir kitlesel isyan başlatan Şeyh Sait bu vatana ihanet etmediler mi, acaba?..
Bu soruya en doğru yanıtı vermek tarihin tozlu yapraklarında yazılı duran gerçeğin ta kendisi en gerçek bilgi ve belgelerde mevcuttur. Şöyle ki; Mondros Mütarekesi sonrasında Padişah Vahdettin’in, ülkemizi işgal etmiş düşmana karşı direnişle ülkeyi kurtarmak gibi bir planı gerçekten yoktu. Onun tek düşüncesi ve planı tahtını, tacını, sarayını, yani kendini kurtarmaktı. Onun kendini kurtarma planı ise sadece İngiliz merhametine dolayısıyla himayesine sığınmaktı. Bunun için İngilizlerin bir dediğini iki etmeyecek, hatta İngilizleri bile şaşırtan tekliflerde bulunacaktı. Öyle ki 30 Mart 1919’da Türkiye’nin yönetimini 15 yıllığına İngiltere’ye bırakmayı bile teklif edecekti. Mustafa Kemal Paşa (Atatürk) Dokuzuncu Ordu müfettişi olarak 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkıp da ‘Saray hükümetinin kendisine verdiği görevin tam tersine’ milli direnişi körükleyince İngilizlerin de ısrarlı isteği ile İstanbul’a geri çağrıldı. Atatürk geri dönmeyince de Padişah Vahdettin, bu kez 8 Temmuz 1919 gecesi Atatürk’ü 9. Ordu Müfettişliği görevinden aldı yani azletti. Bunun üzerinde Atatürk de askerlikten istifa ederek ‘sine-i millete’ dönme kararı aldı. Buna karşılık Saray Hükümeti ve dolayısıyla padişah Vahdettin, İngilizlere yaranarak kendini kurtarma politikası gereği Kuvayi Milliye’ye karşı var gücüyle saldırıya geçti. 5 Nisan 1920’de kurulan Dördüncü Damat Ferit Hükümeti Milli Mücadele’ye karşı büyük bir iç savaş harekatı başlattı. Son padişah Vahdettin’in Şeyhülislamı Dürrizade Abdullah Efendi, 11 Nisan 1920’de, Vahdettin’inde onayıyla ‘Mustafa Kemal ile birlikte tüm Kuvayı Milliyecilerin katli vaciptir” biçimindeki fetvasını ilan etti. Bu da yetmedi, padişah Vahdettin’in Sadrazamı Damat Ferit Paşa, 11 Nisan 1920’de yine Vahdettin’in onayı ile Mustafa Kemal’in liderlik ettiği Kuvayi Milliye Hareketinin, ‘FİTNE’ ve ‘FESAT’ yuvası, Kuvayı Milliyecileri de ‘ASİ İSYANCILAR’ diye adlandıran ‘bir hükümet bildirisi’ de yayımlattı. Padişah Vahdettin daha neler yaptı, neler! Örneğin; 11 Nisan 1920’de yayınladığı bir ‘hattı hümayun’ ile Milli Hareketin ülkeye zarar verdiğini anlattı. Milli Mücadele karşıtı şeyhülislam fetvası, hükümet beyannamesi ve padişah hattı hümayunu, ile birlikte üçü bir araya getirilerek gazetelerde sayfalarca yayımlandı. Ayrıca basılıp İngiliz uçaklarıyla Anadolu’ya gönderilerek dağıtıldı. Damat Ferit Paşa Hükümeti, 8 Nisan 1920’de yine padişahın onayı ile eşkiya Anzavur’a ‘PAŞA’ ünvanı verip onu Anadolu’da Kuvayı Milliyecilerin üzerine saldırttı. Eşkıya Anzavur’un başını çektiği milis kuvvetleri, 23 Mayıs 1920’de Adapazarı’nda Mustafa Kemal’in Milli Kuvvetleri’ne yenilip dağıldı. Böylece Anzavur İsyanı da bastırıldı. Bu sayede Adapazarı kurtarıldı. Saray Hükümeti, 18 Nisan 1920’de Kuvayı Milliye’ye karşı, doğrudan doğruya Padişah Vahdettin’e bağlı paralı ordu Kuvayı İnzibatiye (Halifelik Ordusu) kurdu. Padişah Vahdettin’in bu paralı ordusu Kuvayı İnzibatiye, 14 Haziran 1920’de İzmit’te Kuvayı Milliye’ye saldırdı. Ancak bunlarda yenildiler. Bu askerlerin bazıları İstanbul’a döndü, bazıları ise taraf değiştirip Kuvayı Milliye saflarına geçti. Saray hükümeti, 28 Nisan 1920’de ise Milli Mücadele’yi etkisiz hale getirmek için bir hamle daha yaparak ‘Anadolu Fevkalade Müfettişi Umumiliği’ adlı makamı oluşturdu. İstanbul’da kurulan saray mahkemesi Divanı Harbi Örfi, 11 Mayıs 1920’de Atatürk ve bazı arkadaşlarının, 24 Mayıs 1920’de Fevzi Paşa’nın, 6 Haziran 1920’de İsmet Paşa ve bazı Kuvayı Milliyecilerin, 14 Temmuz 1920’de Refet (Bele) ve 63 subayın gıyaben idamlarına karar verdi. Bütün bu idam kararlarını Padişah Vahdettin onayladı. 10 Ağustos 1920’de Saray hükümeti, yine padişah Vahdettin’in de kabulüyle Türkiye’yi paramparça eden Sevr Antlaşması’nı imzaladı. Ankara’daki Büyük Millet Meclisi de bu antlaşmayı imzalayanları ‘vatan haini’ ilan etti. Son Padişah Vahdettin ve Sadrazam Damat Ferit, Kurtuluş Savaşı’nın başından sonuna kadar vatanını savunan Türk milletiyle birlikte değil, işgalci İngilizlere birlikte hareket ettiler. Sarayın kışkırtmaları sonunda Anadolu’da Milli Mücadele’ye karşı çok sayıda padişahçı, hilafetçi iç isyan çıktı. Mustafa Kemal Paşa, dış düşmanla savaşmadan önce sarayın çıkardığı iç savaşı bastırmak zorunda kaldı. Tüm bu gelişmelerden de anlaşılacağı üzere Padişah Vahdettin ve Sadrazam Damat Ferit, Kurtuluş Savaşı’nda vatana, millete ve hatta Osmanlı’ya ihanet etmişlerdir. Sonuç olarak tüm bu ihanetlerinin hesabını veremeyecekleri için de İngilizlere sığınıp ülkeden kaçmışlardır. İşte Atatürk son padişah Vahdettin’e ‘HAİN’ demiştir. Atatürk, 15-20 Ekim 1927 tarihleri arasında okuduğu Nutuk’ta da Vahdettin’i çok ağır sözlerle eleştirmiştir. Nutuk’taki şu sözler Atatürk’e aittir: “Millet ve ordu, padişahın ve halifenin ihanetinden haberdar olmadığı gibi o makama ve o makamda bulunana karşı da asırların köleleştirdiği dini ve ananevi rabıtalarla bağlıdır. Vahdettin gibi hürriyetini ve canını kendi milleti içinde tehlikede görebilecek kadar adi bir mahlukun bir dakika dahi olsa bu milletin başında bulunduğunu düşünmek ne hazindir. Şayanı teşekkürdür ki, bu alçak, mevrus saltanat makamından millet tarafından ıskat olunduktan sonra denaetini (alçaklığını) tamamlamış bulunuyor. Aciz, adi, his ve idrakten mahrum bir mahluk, kabul eden herhangi bir ecnebinin himayesine girebilir. Fakat böyle bir mahlukun bütün İslamların halifesi sıfatını taşıdığını söylemek elbette doğru değildir.”
Vahdettin meselesinden Şeyh Sait isyanına gelirsek; tarihsel bilgiler ve belgeler yazıldığı gibi o olay şöyle gerçekleşmiştir; 1925’te genç Cumhuriyete karşı Doğu bölgelerinde Şeyh Sait İsyanı patlak vermiştir. Nakşibendi Şeyh Sait, isyana katılan dava arkadaşı Seyit Abdülkadir’in İngilizlerle yaptığı görüşmelerden ve hazırlıklardan sonra, 13 Şubat 1925’te Diyarbakır’ın Eğil bucağı Piran yani Dicle köyünde genç Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı silahlı bir ayaklanma başlatmışlardır. Şeyh Sait, halkı ‘din adına’ ama aslında İngiliz kışkırtması ve himayesi altında Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı isyana çağırmıştır. Bu amaçla halka dinsel içerikli bildiriler dağıtmıştır. “Ankara Hükümeti dinsizdir! Biz Şeriat isteriz!’ şeklinde benzer kışkırtıcı bildirilerin ve bölgede yeterli askeri gücün bulunmamasının da etkisiyle isyan çok çabuk büyümüş ve yayılmıştır. Ellerinde yeşil bayrak ve Kuran-ı Kerim’ler ile ilerleyen Şeyh Said’e bağlı asilere karşı çıkanlar olduğu gibi yardım edenler de olmuştur. 2 Mart’ta isyancılar Elazığ’ı ele geçirip yağmaladılar. Diğer taraftan Şeyh Abdullah, Muş cephesini tutarak Varto’yu ele geçirdi ve Erzurum’a doğru ilerlemeye başladılar. Şeyh Sait ve adamlarının asıl hedefleri Diyarbakır’dı. Mart ayında kendilerine katılan aşiretlerle birlikte Diyarbakır’a saldırdılar. Kuzeyde surlar dışında Cumhuriyet kuvvetleri tarafından yapılan savunmayla geri püskürtüldüler. Diyarbakır’ın güneyinde ise içeriden yardım alarak şehre girmeyi sonunda zorlukla da olsa başardılar. Fakat General Mürsel Paşa’nın gönderdiği süvari kuvvetleri bu asileri geri püskürttü. Şeyh Said’in isyancı kuvvetleri ilk kez 8 Mart’ta yenilerek geri çekildiler. Sonrasında Cumhuriyet’in ordu birlikleri Varto, Elazığ ve Diyarbakır üzerinde geniş bir temizlik harekâtını başlattılar. Asiler dört bir yandan kuşatıldı. Nisan başında Silvan, Palu ve Piran asilerden geri alındı. Nisanın ikinci haftasında özellikle Tük Hava Kuvvetleri’nin operasyonlarıyla Şeyh Said isyanı tümüyle bastırılmış oldu. Bu isyanın elebaşlarından Şeyh Sait ve Seyit Abdülkadir yakalandı. Diyarbakır İstiklal Mahkemesi, 23 Mayıs 1925’te Seyit Abdülkadir ve beş arkadaşını, 28 Haziran 1925’te de Şeyh Sait ve 46 arkadaşını idamla cezalandırdı. Ancak sonuç olarak bu isyan yüzünden Musul ve Kerkük kaybedildi. Yani bu isyan İngilizlere yaramış oldu. Henüz daha iki yaşındaki Cumhuriyet’e karşı dini kullanarak silahlı bir isyan başlatan, bazı şehirleri işgal eden, bazı devlet dairelerine el koyan ve Mehmetçiği şehit eden bir silahlı isyanın elebaşı Şeyh Sait tam anlamıyla yani ‘su götürmez biçimde’ vatana ihanet etmiştir. Hiçbir gerekçe bu tarihsel gerçeği değiştirmez!..
Sonuç olarak: Kurtuluş Savaşı’nda yapıp ettikleriyle düşmanın işini kolaylaştıran, bu nedenle daha Kurtuluş Savaşı devam ederken TBMM’de ‘VATAN HAİNİ’ olduğu Atatürk tarafından bizzat belirtilen ve savaştan sonra bir İngiliz gemisine binip ülkeden kaçan Halife Vahdettin ve Cumhuriyetimizi daha doğarken boğmak amacıyla silahlı bir isyan başlatan, doğudaki şehirlerimizi işgal eden, devlet dairelerine el koyan, Mehmetçiği şehit eden gerici ve bölücü Şeyh Said isyanının ‘vatana ihanetten’ asılan elebaşı Şeyh Sait’i günümüzdeki aklama çabaları, sadece Atatürk’e değil, Türkiye Cumhuriyeti’ne ve Türk milletine yapılmış en büyük ihanettir dahası büyük bir hakarettir!..
Yorum yapın