Cumhuriyetimizin kurucusu ulu önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk, 1924 yılında Türkiye Millet Meclisi’nde yaptığı bir konuşmada “Medeni hukukta, aile hukukunda takip edeceğimiz yol ancak medeniyet yolu olacaktır.” Demiştir. Atatürk, Türkiye’de tam bağımsızlığın, ulusal egemenliğin, çağdaş uygarlığın güvencesi olan laik Cumhuriyetin temeline laik hukuku, yani insan aklının eseri kanunları yerleştirmiştir. Türkiye Cumhuriyeti, laik hukuku benimsediği içindir ki, Türkiye’de egemenlik kayıtsız şartsız milletin olabilmiş, akla ve bilime dayalı çağdaş bir sistem kurulabilmiş ve kadınlara en temel hakları verilebilmiştir. 24 Aralık 1925’te Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne sunulan, 17 Şubat 1926’da  edilen ve 4 Ekim 1926’da yürürlüğe giren Türk Medeni Kanunu, hiç şüphesiz, Türkiye Cumhuriyeti’ni laik ve uygar düzene uygun en önemli hukuk devrimlerinden biridir. Batı karşısında geri kalan Osmanlı’nın değişen çağa uyma çabası ve Batılı devletlerin Osmanlı’daki azınlıkları koruma isteği, 19. yüzyılda Osmanlı’da Medeni Kanun tartışmasını da başlatmıştır. Osmanlı’da Bazı devlet adamları, Osmanlı Medeni Kanunu’nun Avrupa’dan, özellikle de Fransa’dan alınmasını savundular. Bu düşünceyi savunan Tanzimatçı Ali Paşa, bir komisyon kurup Fransız Medeni Kanunu’nu tercüme etmeye başlatmıştır. Buna karşı, Osmanlı Medeni Kanunu’nun İslam hukukuna dayanması gerektiğini ileri süren Ahmet Cevdet Paşa ise bir “Mecelle Komisyonu” kurup bu yönde çalışma başlatmıştır. Sonunda ‘İslam hukukuna dayalı’ bir Medeni Kanun düşüncesi kabul görmüştür. Sekiz yıllık çalışma sonunda toplam 16 kitaptan oluşan 1851 maddelik ‘Mecelle-i Ahkâm-ı Adliye’ adıyla ‘Osmanlı Medeni kanunu’ hazırlandı. Bu kanun, 1869-1876 arasında yayımlandı ve yürürlüğe konuldu. Ancak ‘şeriata aykırı’ olma korkusuyla kişi, aile ve miras hukukunu içermeyen bu yeni mecellenin gerçek anlamda o günlere bile uygun bir ‘Medeni Kanun’ olmadığı kısa sürede anlaşıldı.  Uygulanmasında yaşanan sorunlar ve sıkıntılar bir türlü aşılamadı. 1916 yılına gelindiğinde İttihat ve Terakki iktidar döneminde bu amaçla iki yeni komisyon oluşturuldu. Bu komisyonlardan birinin hazırladığı kanun, 25 Ekim 1917’de “Aile Hukuku Kararnamesi” adıyla Meclis-i Mebusan’da kabul edildi. Bu kararname, erkeğin mutlak boşanma hakkına ve çok eş ile evliliğe bazı sınırlamalar getirmişti. Ayrıca o zamana kadar serbest bırakılan gayrimüslimlerin evlenme hukukunu yeniden düzenlemiştir. Ancak kısa sürede Müslüman ya da gayrimüslim olan bütün Osmanlı tebaasının tepkisini çeken bu söz konusu kararname, işgal sırasında, 19 Haziran 1919’da İstanbul hükümetince yürürlükten kaldırıldı. Büyük Taarruz sonrası İzmir’e giden Atatürk, orada Latife Hanımla tanışıp görüştü. Atatürk ve Latife Hanım, 23 Ocak 1923’te evlendiler. O dönemde nikahlar dinsel hukuka göre yapılıyordu. Nikâh sözleşmesi genelde din adamlarınca yapıldığı için nikâhlara ‘imam nikâhı’ deniliyordu. Evlenecek kadının nikaha katılıp evleneceği erkekle yan yana oturması yasak olduğundan, nikâh törenlerinde evlenecek kadını ‘vekili’ olan başka bir erkek temsil ediyordu. Fakat Atatürk ile Latife Hanım’ın nikâhları medeni kurallara göre gerçekleşti. Öncelikle nikahı bir din adamı yani imam veya müftü değil, bir kadı, yani bir yargıç olan İzmir Merkez Kadısı Ömer Fevzi Efendi kıydı. Törende her iki çift de hazır bulundu. Ayrıca tanıklar ve davetliler de oradaydı. Kadı Ömer Fevzi Efendi, önce Latife Uşaklıgil’e, sonra Mustafa Kemal’e evlenip evlenmek istemediklerini sordu. Böylece Atatürk, evlenecek çiftlerin görücü usulüyle değil, bizzat tanışıp görüşerek, nikâhta birlikte yan yana bulunarak, tanıkların ve davetlilerin huzurunda, kendi özgür beyanlarıyla devleti temsil eden bir memur tarafından nikâhlanmaları yöntemini, yani medeni nikahı, bizzat kendi nikah merasiminde uyguladı. Atatürk’ün 1923’teki medeni nikahı, 1926’daki Medeni Kanun’un ilk işareti gibiydi. Kurtuluş Savaşı’nın hemen ardından, 1923’te, Adalet Bakanlığı iki komisyon kurdu. Bu komisyonlara, İslam fıkhına dayanarak bir Medeni Kanun hazırlama görevi verildi. Ancak bu komisyonların hazırladığı şeriata (dini hukuka) dayalı Medeni Kanun tasarısı beğenilmedi. 1923’te Cumhuriyetin ilanı, 1924’te halifeliğin, Şeriye ve Evkaf Bakanlığı’nın kaldırılması, dini mahkemelerin kapatılması üzerine, 1924’te bu komisyonlar yenileriyle değiştirildi. Çünkü Atatürk, laik bir ulus devlet kuruyordu. Bu yeni devletin yepyeni çağdaş kanunlara ihtiyacı vardı. Atatürk, 1 Mart 1924’teki Meclis konuşmasında kanunların çağdaşlaştırılmasını istedi. Atatürk, çağdaş kanunları uygulayacak çağdaş hukukçular yetiştirmek istiyordu. Bu amaçla 5 Kasım 1925’te Ankara Hukuk Mektebi’ni açtı. Atatürk, orada yaptığı konuşmada, eski dini hukuka son verip laik hukuk düzenini kabul edeceklerini söyledi: “Millet, dini ve mezhebi bağ yerine Türk milliyeti bağıyla fertlerini toplamıştır. Cumhuriyet Türkiye’sinde eski yaşam kuralları, eski hukuk yerine yeni yaşam kurallarının ve yeni hukukun geçmiş bulunması bugün hiç duraksamadan kabul edilecek bir oldubittidir. Büsbütün yeni kanunlar getirerek eski hukuki esasları temelinden kaldırmak teşebbüsündeyiz.” Atatürk’ün bu isteğiyle çağdaş bir Medeni Kanun için çalışmalara başlandı. Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt başkanlığında 26 uzmandan oluşan bir komisyon kuruldu. Bu komisyon, dünyadaki medeni kanunları inceledi. Fransız Kanunu’nu eski, Alman Kanunu’nu eksik ve karışık bulan komisyon, yeni, yalın, anlaşılır, modern ve demokratik özelliklere sahip ve hâkime geniş takdir yetkisi veren “İsviçre Medeni Kanunu”nda karar kıldı. 1874-1876 arasında Almanya’da hazırlanan medeni kanundan alınıp 1912’de İsviçre’de yürürlüğe giren bu kanun, o zamanın dünyasında en son hazırlanmış, en çağdaş medeni kanundu. Bu nedenle Türkiye’den önce Japonya’da, Türkiye’den sonra Çin’de medeni kanunun temelini oluşturmuştu. İsviçre Medeni Kanunu’nun, bazı uyarlamalar yapılarak bir bütün olarak alınmasıyla oluşan ‘Türk Medeni Kanunu Tasarısı’ 24 Aralık 1925’te TBMM’ye sunuldu. Mahmut Esat Bozkurt, tasarı konusunda şunları söyledi: “Medeni Kanunumuzun en önemli bölümlerini, özellikle aile, hukuksal kuruluşlar, miras sorunları ve mallarla ilgili haklar meydana getirmektedir. Yeni tasarının aile kuruluşu ve miras hükümleri, şimdiye kadar kolundan tutularak bir tutsak gibi yerden yere vurulan, fakat dünya kurulduğundan beri hanım olan Türk annesini gereken saygın yerine getirecektir.” Bozkurt, Türk Medeni Kanunu’nun Avrupa’dan alınmasını eleştirenlere de çağdaş uygarlık ailesine mensup ulusların ihtiyaçları arasında büyük farklar olmadığını, artan toplumsal ve ekonomik ilişkilerin insanları bir aile haline getirdiğini, çağdaş uygarlık ilkelerini kabul etmeye karar veren Türk ulusunun, o uygarlığın gereklerine uyacağını söyledi. Ünlü sosyolog Max Weber de “Ekonomi ve Toplum” adlı eserinde dünyadaki büyük hukuk sistemlerinin birbirlerinden farklı özellikler taşımadıklarını belirtmişti. Sosyal hayatta kadın erkek eşitliğini savunan İsviçre Medeni Kanunu, Türk aile yapısına uygundu. Komisyon sözcüsü Şükrü Kaya’nın ifadesiyle “İsviçre Medeni Kanun’u kendi toplumumuza uygun olduğu için doğrudan doğruya alınmıştır.” Örneğin, İslam öncesi Türklerde kadın, boşanma ve miras gibi en temel haklara sahipti. Eski Türklerde genel olarak kadın erkek eşitti. Türk kültürüne uymayan şeri kanunlardı; çok eşlilikti, kadının miras, boşanma vb. haklarının olmamasıydı. Cumhuriyeti kuranlar, İsviçre Medeni Kanunu’nu kabul ederek, aslında Türk kadınının İslam öncesinde sahip olduğu, fakat İslami dönemde, yüzyıllar içinde elinden alınmış en temel haklarını Türk kadına geri vermişlerdir. TBMM’de madde madde değil, bir bütün olarak oylanan tasarı, 17 Şubat 1926’da 743 sayılı ‘Türk Medeni Kanunu’ olarak kabul edildi. Kanun, 4 Ekim 1926’da yürürlüğe girdi. İki ay kadar sonra da İsviçre Borçlar Kanunu’na dayanılarak Medeni Kanun’un devamı niteliğinde bir ‘Borçlar Kanunu’ çıkarıldı. Atatürk, 1923’te cumhuriyeti ilan ederken Türkiye’de kadınların temel haklarını güvenceye alan gerçek bir medeni kanun yoktu. Mevcut düzende yalnız erkeğin boşanma hakkı vardı. Mirasta kız çocuklar erkek çocukların yarısı kadar pay alabiliyordu. Kızlar, çocuk yaşta evlendiriliyordu. Mahkemede ancak iki kadın bir erkek tanığa denk sayılıyordu. Kadın-erkek bir arada bulunamıyordu. İşte 1926 Türk Medeni Kanunu, kadına hayatı zindan eden bu çağdışı düzeni yıktı. 1926 Türk Medeni Kanunu ile kadının toplumsal ilişkileri şeriatla yani dini hukuk ile değil, çağdaş hukuk ile belirlendi. Böylece; Evlenmede, boşanmada, mülkiyette, mirasta, çocukların yönetiminde ve mahkemede tanıklıkta cinsiyet ayrımı ortadan kaldırılarak kadın/erkek eşitliği sağlandı. Evlilikte kadının kendi iradesi yeterli sayıldı. Evlilikte resmi nikâh zorunluluğu getirildi.

- Evliliğin mahkeme kararı ile sona erdirilmesi ya da boşanma belirli nedenlere bağlandı. Çok eşlilik yerine tek eşle evlilik kabul edildi. Kadınlara istedikleri mesleği seçme hakkı verildi. Çocuğun hakları güvenceye alındı. Örneğin; çocuk yaşta evlilikler yasaklandı. Evlilik dışı doğan çocukların babalarına soy bağı ile bağlanması için babalık davası açılabilmesi kabul edildi. 1926 Türk Medeni Kanunu ile kadın, insanlık onuruna yakışmayan kısıtlamalardan, bağlardan kurtarıldı. Sosyal hayatta her bakımdan kadın erkek eşitliği sağlandı. Bu sayede kadınlar, eğitim öğrenim görüp çalışma hayatının her alanında kendilerine yer buldular, maddi manevi güvencelere sahip oldular. Türk Medeni Kanunu ile din ayrımı gözetilmeksizin tüm yurttaşlar eşit haklara sahip kılındıkları için azınlıklar, kendilerine Lozan Barış Antlaşması ile tanınan haklardan vazgeçtiler. Böylece ülkede hukuk birliği sağlandı. Yurttaşlık bilinci güçlendi. Türk Medeni Kanunu’nun doğal sonucu olarak borçlar ve ticaret kanunları, mali sorumluluklar, oturma yeri, soyadı gibi konularda da çağdaş düzenlemeler yapıldı. 1930’da kadınlara belediye seçimlerine katılma, 1933’te muhtar ve aza seçme-seçilme ve 1934’te de milletvekili seçme ve seçilme hakkı tanındı. Türk Medeni Kanunu ile kadının toplumsal hayatı, değişmeyen dinsel kurallar yerine insan aklının eseri değişebilir dünyevi kurallarla düzenlendi. Bu sayede Cumhuriyetin laik karakteri güçlendirildi. Dönemin toplum yaşamı ve düzeni içerisinde Medeni Kanun’un, kadın-erkek eşitliğine aykırı bazı yönleri ise Türkiye’de toplumsal aydınlanmanın artmasıyla değiştirilebilecekti ve nitekim zamanı gelince değiştirildi. Gerçek şudur ki; sanayileşmemiş, aydınlanmamış, yüzyıllarca dinsel bir monarşiyle yönetilmiş, kadının her bakımdan baskılandığı, yüzde 10’u bile okuryazar olmayan erkek egemen bir din-tarım toplumunda cumhuriyetin ilanından sadece üç yıl kadar sonra çağdaş bir medeni kanunun kabul edilmesi çok büyük bir devrimdir. Türk Medeni Kanunu sayesinde Türk kadını evde, işte, mahkemede, okulda, sokakta, ilerleyen zamanda Meclis’te, kısacası toplumsal hayatta erkekle eşit haklara sahip olabildi. Bugün Türkiye’de kadın, çevresindeki İslam ülkelerinin aksine, aileden iş hayatına, kültür ve sanattan spora her alanda eşit, özgür biçimde kendini gösterebiliyorsa bu, Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyetin Türk Medeni Kanunu ile başlattığı çağdaş dönüşümün eseridir. Dün olduğu gibi bugün de laik Cumhuriyet düşmanı çevrelerin hedefinde Türk Medeni Kanunu vardır. Çünkü laik Cumhuriyetin temel taşı; Türk Medeni Kanunu’dur. Bu kanun aynı zamanda medeniyetin de yoludur!..