SEÇMEN TERCİHLERİNİ DEĞİŞTİREN ETKENLER

Kim ne derse desin, tersini söyleyenler olsa da yüksek enflasyonla birlikte
paralel biçimde artan hayat pahalılığı, birbiri ardına zamlar, eriyen ücretler
siyasetin ve toplumun gündemini belirliyor. Emekçi, emekli, dar gelirli
enflasyon karşısında ezildikçe eziliyor. Köylü, çiftçi ‘tohum pahalı, gübre pahalı,
mazot pahalı’ diyor, başka bir şey söylemiyor. Bu iktisadi yani ekonomik
tablonun, seçmen davranışını nasıl etkileyeceği, sandığa nasıl yansıyacağı da
elbette önemlidir, önem kazanmaktadır. Mevcut iktidar, bu tabloyu düzeltecek
araçlarla beceriye ve de politikalara sahip olmadığından, son 20 yıldır ülkemizi
tek başına yönettiği için de bahanesi kalmadığından, sadık seçmen kitlesinin
desteğini korumak adına, kendi ideolojik yönelimini öne çıkarıyor. Ülkenin
mevcut gündeminde ve toplumun güncel sorunlarına deva olmaktan uzak
İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmesi, Ayasofya’nın ibadete açılması kararı ki,
(Ayasofya 1991 yılından bu yana zaten kısmen de olsa ibadete açıktı) bunu
bilenler zaten bilmekteydi. Bilhassa eğitim de ve toplum yaşamında baskıcı
biçimde geliştirilen laikliği aşındırıcı kimi adımlar, hep bunun için yani gündemi
değiştirme çabaları şeklinde tanımlanabilecek muhafazakar seçmene yönelik
adımlar olarak sayılabilir. Muhalefet ise ekonomik tablonun iktidarı
yıpratmasına güveniyor. Ancak kanaatim odur ki, epeyce fazla güveniyor.
Siyaseti toplumsallaştırmadan, ideolojik zeminde yürütmeden, sınıf temelli
politikalar yapmadan, oluşturmadan ekonominin iktidarı yormasına bel
bağlayarak umduğunu bulamaz, bir başka deyişle gayet açık söylüyorum;
İKTİDAR OLMAZ!..
Çünkü daha fazlasını gerektiriyor. Türkiye’nin diğer sorunları gibi, ekonomik
sorunları da yapısal niteliktedir. O nedenle ekonomik sorunlar dönemsel
önlemlerle, pansuman tedbirlerle, geçici formüllerle asla çözülemez. 24 Ocak
1980’de olduğu gibi yapılırsa yani 24 Ocak kararlarından bu yana tutulan yol,
usulden ve esastan yanlıştır, demek istiyorum. Nitekim 12 Darbesi, 24 Ocak
kararlarını uygulamak için yapılmıştır. Şimdi unutulsa da bu apaçık bir gerçektir.
Dahası da vardır. Kapitalizm, doğası gereği kriz üretir, istikrarsızlık üretir,
eşitsizlik üretir. Bu da yapısaldır. Çünkü bu sistem, kriz üretirse ayakta
kalabilmektedir. Çıkardığı, kışkırttığı savaşlar da buna dahildir. O nedenle
kapitalizmin yarattığı sorunlar, sadece para politikalarıyla, sadece maliye
politikalarıyla çözülmez. Çok daha kapsamlı ve köktenci çözümler gerekir.
Merkez Bankası başkanını değiştirerek, Hazine ve Maliye bakanını değiştirerek

çözülemez ülkemizin sorunları. Üretimi, yatırımı, istihdamı, ihracatı, vergi
adaletini, gelir dağılımı eşitliğini, kalkınmayı öncelemek gerekir. Oysa Türkiye
bir tür kumarhane kapitalizmine teslim olmuştur. Yolsuzluk, kayırmacılık,
rüşvet, torpil, ahbap çavuş ilişkileri, gelişmiş kapitalist ülkelerdeki işleyişle
açıklanamaz. Bunun adı da zaten kapitalizm değildir. Oralarda da rüşvet vardır,
oralarda da büyük sermaye ve siyaset iç içedir. ABD’yi ve Avrupa kıtasında
İtalya’yı buna verebiliriz. Fakat o dediğim ülkelerde oyunun kuralları bellidir.
Güçler arasında denge her daim gözetilir. Oralarda hukuk devleti güçlüdür.
Kamuoyu baskısı epeyce etkilidir. Türkiye ise dış kaynak bağımlısı ve yüksek
borçlu olması nedeniyle de dışarıdan gelen baskılara karşı zayıf bir bünyeye
sahiptir, hem de her açıdan yani ‘siyasi, iktisadi, askeri, diplomatik, bürokratik,
toplumsal, kültürel, akademik açılardan’ Bu dış baskıların etkisi, dış politikada
da görülür, ekonomi politikalarında da görünür ve gözlenir. Büyükelçi
atamalarında da sıkça görülür, Merkez Bankası başkanı tercihlerinde de ha
keza. Zaten merkez bankaları, küresel sermayenin taleplerine koşut yani paralel
olarak, öncelikle fiyat istikrarına, para arzına, faiz oranlarına
odaklandıklarından, gündemleri o yüzden sınırlıdır. Ekonomiye ilişkin diğer
konularda tavır almaz, asla görüş bildirmezler, bildiremezler. O nedenle, yaygın
olarak dolaşıma sokulan, liberal demokratların da sosyal demokratların da çok
sevdiği ‘devletin küçültülmesi, piyasa ekonomisinin etkinliği ve verimliliği,
kurulların özerkliği’ gibi söylemlere karşı çok dikkatli olmak gerekir. Çünkü
özelleştirmeler, sosyal devletin budanması, Meclis’in yetkisinin zayıflatılması,
emeğin baskılanması hep bu politikaların sonuçlarıdır. Bu politikalar da solun
değil, sağın elini güçlendirmiş, sandıkta sağın seçeneği daha sağdaki partiler
olmuştur.