OLGULAR VE GERÇEKLER İÇGÜDÜSEL ARZULARLA HER ZAMAN ÇELİŞİRLER
Dilerseniz, bugünde biraz felsefe yapalım, diye düşündüm. Yazmaya başladım. Eğer felsefi konular sizleri sıkıyorsa bugün kusuruma bakmayın lütfen..
İnsanlar genellikle mutluluğu ve ölümsüzlüğü arzu ederler. Bu neredeyse içgüdüsel bir arzudur. Ancak olgular ve gerçekler bu içgüdüsel arzuyla her zaman çelişirler. Eğer mutluluk, acıdan, korkudan, endişeden ve huzursuzluktan arınmak anlamına geliyorsa, böyle bir ruh durumunun sürdürülebilir olmadığı açıktır. Yaşam mutlulukla birlikte mutsuzluğu, hazla birlikte acıyı da içinde barındırır. Bu, yaşamın ve insanın doğasına özgü bir şeydir. İnsanın, kendi doğasına aykırı bir şeyi arzulaması, onun en büyük trajedilerinden birisidir. Sürdürülebilir mutluluk arzusu, insanın sık sık hayal kırıklığı yaşamasına yol açar. Aynı durum ölümsüzlük için de geçerlidir. İnsanın bedeni ölümlüdür. Bedenden bağımsız bir ruhun ölümsüz olduğuna dair çeşitli inançlar olsa da bunu kanıtlayan hiçbir olgu yoktur. Örneğin; Musevilik, Hıristiyanlık ve İslam gibi birçok din, ruhun ölümsüz olduğunu, insanın Tanrı’nın istenci doğrultusunda yaşaması durumunda, Tanrı tarafından sonsuz mutlulukla ödüllendirileceğini iddia eder. Bu iddia, mutluluk ile ölümsüzlüğü bir arada sunduğu için, son derece caziptir. Bu nedenle birçok insan bu tek tanrılı dinlere inanır. Böylece insanlar, bu dünyadaki acılarını, korkularını, endişelerini ve huzursuzluklarını belli bir ölçüde hafifletmeye çalışır, yaşamdan ve dünyadan kaçmaya yönelir. Ancak söz konusu insanların bu ruhsal ihtiyaçları, Tanrı’nın varlığını, ruhun ölümsüzlüğünü ve Tanrı’nın istencine uygun yaşayanların sonsuz mutlulukla ödüllendirileceğini tartışmasız bir hale sokmaz. Tanrı’nın varlığı, Tanrı’nın nitelikleri ve ruhun ölümsüzlüğü felsefe tarihinde sürekli tartışma konusu olmuştur. Ruhun ölümsüz olmadığına, tanrıların da dünya ve yaşam işlerine karışmadığına inanan antik Yunan filozofu Epikuros, ölümün yarattığı korkunun ve acının bertaraf edilerek bu dünyada ve yaşamda, insanın mutlu olabileceğine inanmıştı. Bu bakış açısı, ölümsüzlük düşüncesinden kurtularak da mutlu olunabileceğini savunması açısından son derece devrimciydi, ancak mutluluk takıntısından vazgeçmemesi bağlamında son derece saftı. MÖ 4. yüzyıldan itibaren mutluluk, haz, ruhsal dinginlik gibi kavramlar birçok filozofun gündemine girmiştir ve yaşamın temel amacı olarak görülmüştür. Kimi filozof mutluluğu bu dünyada, kimi öte dünyada, kimi her ikisinde de aramıştır. Mutluluk takıntısına yönelik ilk büyük darbeyi 18. yüzyıl Alman filozofu Immanuel Kant vurmuştur. Kant, eylem ve seçimlerimizin, bizi mutlu kılmasına bağlı olarak ahlaklı olmadığını, evrenselliğe uygunluğuna bağlı olarak ahlaklı olduğunu savunmuştu. Kant’a göre ahlaklı insan mutlu olmayı hak eder, ancak onu ahlaklı kılan, mutluluğun peşinde koşması değildir. Mutlulukçuluğa yönelik eleştirel bakış açıları 19. ve 20. yüzyılda yaygınlaşmıştır. 19. yüzyıl Alman filozofu Friedrich Nietzsche’ye göre, yaşam trajiktir, mutlulukla mutsuzluk, hazla acı arasında bir gelgit durumudur ve değerli olan şey de buna rağmen yaşamı olumlayabilmektir. Nietzsche’ye göre, ister tektanrıcı dinler bağlamında olsun, ister dünyevi bağlamda olsun, mutlulukçu anlayışlar, yaşamın gerçekliğinden kaçmaktır. 19. yüzyılda yaşayan Danimarkalı filozof Soren Kierkegaard’a, 20. yüzyılda yaşayan Alman filozof Karl Jaspers ve Fransız filozof Jean-Paul Sartre’a göre de insanın varlığı, mutluluk kavramı üzerinden çözümlenebilecek bir şey değildir. Korku, endişe ve acı insanın öznelliğinde var olan kaçınılmaz durumlardır. Bencil olmayan, insanlığın ve toplumun gelişmesi için mücadele veren kişilerin mutlu olmasını beklemek ayrıca saçmadır. Mücadele veren insanın mutluluğu sürdürülebilir değildir. Korku, endişe ve acı, mücadelenin bir parçasıdır. Bencil olmayan ve cesur olan insan, gerekirse ölümü de göze alarak korkularla, endişelerle ve acılarla yüzleşmeyi bilen insandır. Sürdürülebilir mutluluk vaadiyle ortaya çıkan yalancılara, safsatacılara, şarlatanlara veya saf insanlara karşı mücadele vermek de bu toplumsal mücadelenin mutlak surette bir parçası olmalıdır, kanaatindeyim..
Yorum yapın