NE EKERSEN ONU BİÇERSİN!.

Yaş 57'ye erişince 58’e erişmeye de şunun şurasında altı buçuk ay kalmış iken ve bugün de bayram arifesinin arifesi olunca insan, ister istemez, yarınlarda nasıl olabileceği hakkında düşünmeden edemiyor, düşününce de aklına bir şeyler geliyor ve hüzünleniyor, belki de tam aksine benim gibi boş umutlara kapılı veriyor. Benim gibi birisinin eğer Allah ömür verirse geleceğine dair açıkçası pek de iyimser olamıyor aslına bakarsanız!.

Geçen hafta sonu, bugünkü yazımı henüz yazmaya başlamadan önce, bu türden duygu ve düşüncelerle, pek de iyimser olmayan bir ruh haliyle İnternet de gezinir iken ‘ne ekersen onu biçersin’ başlıklı bir öyküye gözüm takıldı, okudukça daha da ilgimi çekti ve ibretlik bulduğum için ‘kıssadan hisse kapılacak tarafı nedeniyle’ sizlerle paylaşmak istedim. Şimdi, eğer okumaya hazırsanız öykümüzü anlatmaya başlıyorum; Yaşı 40’ını biraz aşmış genç yaşta sayılabilecek bir adam evliliğinin başından beri evinde kalan babası yüzünden eşiyle sürekli tartışıyordu. Eşi babasını istemiyor ve onun evde bir fazlalık olduğunu düşünüyordu. Tartışmalar bazen inanılmaz boyutlara ulaşıyordu. Yine böyle bir tartışma anında eşi bütün bağları kopardı ve restini çekti; 'Ya ben giderim, ya da baban gidecek, o artık bu evde kalmayacak!' Genç adam eşini kaybetmeyi göze alamazdı. Babası yüzünden çıkan tartışmalar dışında mutlu bir yuvası sevdiği ve kendini seven bir eşi ve bir de yedi, sekiz yaşlarında oğulları vardı. Eşi için çok mücadele etmişti evliliği sırasında. Ailesini ikna etmek için çok uğraşmış ve çok sorunlarla karşılaşmış, o sorunları aşmayı başarmıştı. Hala eşini ölürcesine seviyordu. Çaresizlik içinde ne yapacağını düşündü ve kendince bir çözüm yolu buldu. Yıllar önce avcılık merakı yüzünden kendisi için yaptırdığı kulübe tipi dağ evine götürecekti babasını. Haftada bir uğrayacak ve ihtiyacı neyse karşılayacak, böylelikle eşiyle de artık bu tür sorunlar yaşamayacaktı. Babasına gerekli olacak bütün malzemeleri hazırladıktan sonra yatalak babasını yatağından kaldırdı ve kucakladığı gibi arabasına götürdü. Küçük oğlu Can 'Baba ben de seninle gelmek istiyorum' diye ısrar edince onu da arabaya aldı ve birlikte yola koyuldular. Karakışın tam ortalarıydı ve korkunç bir soğuk vardı. Kar ve tipi yüzünden yolu zor seçiyorlardı. Minik Can sürekli babasına 'Baba nereye gidiyoruz ?' diye soruyor ama bir türlü yanıt alamıyordu. Öte yandan nereye götürüldüğünü anlayan yaşlı adamsa gizli gizli gözyaşı döküyor oğlu ve torununa bu durumu belli etmemeye çalışıyordu. Saatler süren zorlu yolculuktan sonra dağ evine ulaştılar. Epeydir buraya gelmemişti. Baraka tipindeki dağ evi artık çürümeye yüz tutmuş, tavan akıyordu. Barakanın bir köşesini temizledi hazırladı ve arabadan yüklendiği yatağı oraya itina ile serdi. Sonra diğer malzemeleri taşıdı. En son da babasını sırtlayarak yatağa yerleştirdi. Tipi adeta barakanın içinde hissediliyordu. Barakanın içinde fırtına vardı adeta. Çaresizlik içinde babasını izledi. Daha şimdiden üşümeye başlamıştı. Yarın yine gelir bir yorgan ve birkaç battaniye getiririm diye düşündü. Öyle üzgündü ki, adeta dünya başına göçüyor gibiydi. O bu duygular içindeyken babası yüreğine bıçak saplanmış gibiydi. Yıllarca emek verdiği oğlu tarafından bir barakaya terk ediliyordu. Gururu incinmişti içi yanıyordu ama belli etmemeye çalışıyordu. Torun küçük Can ise olanlara hiçbir anlam veremiyordu. Anlamsızca ama dedesinden ayrılacak olmanın vermiş olduğu üzüntüyle sadece seyrediyordu. Artık gitme zamanıydı. Babasının yatağına eğildi yanaklarını ve ellerini defalarca öptü. ‘Beni affet ne olur!’ der gibi sarıldı, kokladı. Artık ikisi de kendilerine engel olamıyor ve hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. ‘Buna mecburum’ der gibi baktı babasının yüzüne ve Can'ın elini tutup hızla barakayı terk etti. Arabaya bindiler. Can yol çıktıklarında ağlamaya başladı ‘neden dedemi o soğuk yerde bıraktın!’ diye. Verecek hiçbir cevap bulamıyordu, ‘annen böyle istiyor oğlum, ne yapayım!’ diyemiyordu. Küçük Can 'Baba sen yaşlandığında bende seni buraya mı getireceğim' diye sorunca genç adamın dünyası adeta başına yıkıldı. O sorunun küçük oğlu tarafından yöneltilmesiyle birlikte deliler gibi önce arabasını durdurdu, sonra da geri çevirdi. Barakaya tekrar ulaştığında 'Beni affet baba' diyerek babasının boynuna sarıldı. Baba oğul sıkı sıkı sarılmış ve çocuklar gibi hıçkıra hıçkıra birlikte ağlıyorlardı. Oğlu 'Baba beni affet, sana bu muameleyi yaptığım için ne olur beni affet' diye hatasını kabul ettiğini pişmanlık içinde haykırıyordu. Babası oğlunun bu sözlerine belki de en anlamlı yanıtı veriyor, şöyle diyordu; 'Geri geleceğini biliyordum yavrum. Ben babamı dağ başına atmadım ki, sen beni atasın. Beni bu dağda bırakamayacağını biliyordum!.’

Ben, bu yaşıma geldim ama Allah’tan bu duruma düşmedim, kimse de düşsün istemem. Babamı 42 yıl önce, annemi ise 15 yıl önce kaybettim. Yakın zamanda başka yazılarımda da belirttiğim gibi çoluk çocuğum olmadığı için Allah ömür verir de 70’li 80’li yaşlara erişirsem eğer beni dağ da bayırda veya ormanda bir kulübeye karda kışta götürüp bırakacak bir hayırsız evlat sahibi de değilim, doğal olarak. O nedenle bu öyküde üzerime alınacak bir durum yokmuş gibi gözüküyor, aslında. Ama yine de yukarıda sizlerle paylaştığım ‘Bu ibretlik öyküde ben dahil olmak üzere herkesin kıssadan hisse kapacağı bir şeyler vardır’ diye düşünüyorum!

 Yarın arife öbür gün bayram o nedenle öncelikle İyi bayramlar diliyorum. Arife günü yani yarın ve bayram ertesi bu sütunlarda tekrar buluşmak dileğiyle..