Bugün daha önce bu sütunlarda ama farklı gazetelerde iki kez yayımlanmış ‘nankörlük ve nankör olanlar üzerine’ yazımı sizlerle bir kez daha paylaşacağım. Öncelikle, ‘nankörlüğe ilişkin’ kısa öykümüzü sizlere aktarmak istiyorum;
1900’lü yılların başında Anadolu’da küçük bir kasabaya genç bir kaymakam tayin olmuş. Birinci Balkan savaşında henüz 17 yaşında cephede savaşırken yaralanan ve Bulgar komitacılara esir düşen, yaklaşık iki yıllık esaretin ardından kaçıp kurtulan, İstanbul’a ailesinin yanına döndükten sonra da bugünkü Lise dengi sayılan İdadi mektebinde öğrenim görüp başarıyla mezun olan bu genç, bir yıl kadar katiplik yaptıktan sonra, eskiden mahalle komşusu olan ve bir dönem Nazır vekilliği yapmış bir beyefendinin yardımıyla kaymakam olma fırsatı elde etmiş. Atandığı kasabada kısa sürede göreve başlayan bu genç kaymakam, kasaba halkına karşı başlangıçta pek sert olmasa da katı, kuralcı, soğuk ve hoşgörüsüz davranmaya başlamış. Bir taraftan da görevini yürütmekte önemli bir başarı da sağlayan genç kaymakam, emrindeki personele karşıda çok sert bir disiplin içinde davranıyor, onları adeta canından bezdiriyormuş. Aradan birkaç yıl geçmiş, Abdülhamit tahtan indirilmiş, İstanbul’da bulunan Abdülhamit taraftarı siyasetçi ve bürokratlar ile memurlar ya tutuklanmaya ya da sürgün niteliğinde Anadolu’daki en ücra kasabalara çeşitli pasif görevlere tayin edilmeye başlanmış. Bizim genç kaymakamın, önce devlet memuru olarak katip sonra da kaymakam olmasını sağlayan mahalle komşusu eski nazır vekili, tutuklanıp, aylarca zindanda kaldıktan sonra serbest bırakılmış ve Anadolu’ya o genç kaymakamın görev yaptığı kasabaya ‘katiplik veya muallimlik yapsın’ diye sürgün edilircesine tayin edilmiş. Altmış yaşlarındaki bu adam kasabaya zorlu bir yolculuk sonrasında geldikten sonra, bir de bakmış ki, yıllar önce kaymakam olmasını sağladığı eski mahalle komşusu genç, o kasabada görev yapıyormuş. Bu duruma sevinen yaşlı adam, elindeki belgeleri verip, göreve başlamaya hazır olduğunu bildirmek için kaymakamın odasına girmiş, masasının yanındaki sandalyeye oturmuş. Ama henüz bir dakika dahi geçmeden ‘haddini bil, sen kim oluyorsun da müsaade istemeden, izin verilmeden karşıma geçip oturma cüretini kendinde buluyorsun, kalk ayağa, çık dışarı. Ben çağırmadan da sakın gelme!’ diyen genç kaymakam hiddetli bir ses tonuyla yaşlı adamı makamından kovmuş, adeta kovmaktan beter etmiş. Yıllar önce kaymakam olmasını sağladığı genç adamın kendisini azarlayarak makamından kovmasına çok içerleyen, ancak karşılık dahi vermeyen bir zamanların kudretli nazır vekili o yaşlı adam, odadan çıkıp koridorda kırık bir sandalyenin üzerine oturmuş, kara kara düşünmeye başlamış. Aradan birkaç saat geçmiş, akşam olmuş, mesai bitmesine yakın, genç kaymakam odasından çıkmış ve bir de bakmış ki, o yaşlı adam koridorda oturuyormuş. Küçümseyen gözlerle, gayet kibirli biçimde ona şöyle demiş; ‘tayin evrakını git hususi kalem amirine tasdik ettir. Yarın sabah erkenden gel mesaiye başla. Nerede kalacağım diye düşünme. Benim kaldığım kaymakam konağında bir odayı sana veririz, orada yatıp kalkarsın. Maaşın bağlandığında kira olarak bir kısmını oradan keseriz. Seni sokakta bırakacak değiliz.’ Yaşlı adam, ‘baş üstüne Kaymakam Bey siz nasıl emir buyurursanız, öyle olsun’ deyip yerinden kalkmış, genç kaymakamın yüzüne göz ucuyla, ürkek biçimde bir an için bakmış. Kaymakam yine hiddetle kükremiş, ‘ne oldu ne bakıyorsun öyle, bir diyeceğin mi var, çekinme söyle de bilelim.’ demiş. Bunun üzerine yaşlı adam, ‘hayır Kaymakam Bey, zat-ı alinize diyeceğim bir şey yoktur. Ben bir kusur işledim, yıllar evvel bir nankörlük yaptım, yaptığım hataları düşünüyordum, kendime kızıyorum.’ karşılığını vermiş. Genç kaymakam, kibirli ve alaycı biçimde yine sormuş; ‘nasıl bir kusur işledin, kime karşı bir nankörlük yaptın, anlat bizde bilelim.’ Yaşlı adam, başını öne eğerek, mahcup biçimde, ama gayet yüksek bir ses tonuyla kaymakamı yanıtlamış; ‘kırk beş sene padişaha sadakatle hizmet ettim, hiçbir kusurum olmadığı halde tevkif edildim, işkencelere maruz kaldım, aylarca zindanlarda yatırıldım. Kapıma gelen eski mahalle komşumun oğlunu elinden tuttum, önce memuriyete başlattım, sonra kaymakam yaptım, karşılığında makamından azarlanarak kovulup, aşağılanmak suretiyle aldım. Daha ne olsun. Yaptığım iyiliğin, aslında nankörlüğün(!) mükafatı bu olsa gerek!’ demiş ve hikaye de burada bitmiş!...
Umarım, aktardığım bu öyküden sonra, nankörlük üzerine daha uzun ve ayrıntılı bir yazı kaleme almamı beklemezsiniz. Çünkü aktardığım öyküde ‘nankörlüğün nasıl bir şey olduğu’ çok açık biçimde anlatılıyor. Öyle değil mi?..
Yorum yapın