LİBERAL EGEMENLER YAŞAM SAVAŞINDA
Aslında coğrafya kaderdir. Jeopolitik parametreleri haklı ve adil olan değil,
gücünü ve ikna yeteneğini en akıllıca kullanan belirler. Bugün Batı diplomasisi,
CNN International gibi medya kuruluşları, yazık ki tarihsel ve jeopolitik
gerçeklere sırtını dönmüş durumdadır. Rusya lideri Putin’in Irak’ın devrik lideri
düzmece bir mahkemeyle idam edilen Saddam Hüseyin gibi göstermek için
çabalarken bir yandan da aynı Rusya’yı, Avrupa’yı istilaya hazırlanan
günümüzün Hitler’in Nazi Almanya’sı olarak resmetmeye çalışıyor. Rusya’yı
sanat, spor, edebiyat, medya gibi hayatın her alanında ötekileştirmeye, yok
saymaya yoğun gayret gösteriyorlar. Diğer taraftan da, Zelenski ve Kasparov
gibi figürlere Eurovision şarkı yarışmasından Fransız Parlamentosu’na, Oscar
Töreni’nden ABD Senatosu’na, uluslararası kamuoyunu etkileyebilmeleri için
platform sunuyorlar. Amaç, baskı ve korku unsuruyla Batı’yı yeniden Rusya’ya
karşı pozisyon almaya itmek ve daha düne kadar “beyin ölümü gerçekleşti”
denen ve ABD dış siyasetinin belirleyici bir unsuru olan NATO’yu tekrardan
hayata döndürmek. İstiyorlar. Anımsayacaksınız, 1991 yılından sonrası süreçten
itibaren Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla güç ve dengeleme politikalarına artık
gereksinim kalmamış, tek kutuplu yeni düzende Amerika Birleşik Devletleri,
dünyayı kendince yeniden şekillendirmek için fırsat yakalamıştı. Askeri gücünü
Amerikan milliyetçiliği ve liberal hegemonya fikirleriyle birleştirerek dış
siyasette diğer ülkelerin içişlerine karışmayı kendinde meşru bir hak olarak
görmüştü. 1990’ların sonunda, ABD Dışişleri Bakanı Madeleine Albright bu
durumu “ABD’nin haklı istisnailiği” olarak nitelemiş, ABD’nin herkesten daha
dik durmasının, daha ileriyi görebilmesinin doğal sonucu olduğunu söylemişti.
Bu radikal ve ideolojik yaklaşım ekonomide korumacı politika izleyen, NATO’yu
işlevsiz olarak niteleyen Trump’ın başkanlığıyla son bulmuştu. 2017’den itibaren
Avrupa, daha bağımsız hareket etmeye başlamış, bu gelişmeler Rusya ve Çin’le
geliştirilen ticari ilişkilere de yansımıştı. Rusya’nın toparlanması, Çin’in hızlı
yükselişi güçler dengesinin yeniden öne çıktığı çok kutuplu yeni bir dünya
düzenine geçişi ve liberal hegemonyanın sonunu işaret ediyordu. Bu süreç, Joe
Biden’ın başkan seçilmesiyle bir bakıma sekteye uğradı. Gerçek şudur ki, asla
savaşlarla farklı bir dünya düzenine geçilemez. Fakat mevcut konjonktürü
değiştirmek için savaş körüklenip, bahane olarak kullanılabilir. Ukrayna’da
yaşanan aslında budur. Başkan Biden, 10 Haziran 2021’de Boris Johnson’la,
NATO’nun oluşumunda tarihsel önemi olan Atlantik Bildirisi’ni güncelleyerek bir
bakıma aslına bakarsanız “ABD geri döndü” mesajı verdi. 80 yıl sonra ihtiyaç
duyulan bu güncelleme asla tesadüf değildi. Tek kutuplu dünya düzenine geri
dönmek isteyen ABD için ilk adım, Soğuk Savaş’ın doğurduğu ideolojik
kamplaşma ortamını tekrar yaratmaktı. Fakat Avrupa, Rusya ve Çin’i artık tehdit
olarak görmüyordu. “Demokratik” ve de “otoriter” rejimler arasındaki
ideolojik çatışma fikri, ne Avrupa’da ne Pasifik’te taraftar buluyordu, ta ki 24
Şubat 2022’de Rusya’nın Ukrayna’ya saldırmasına kadar..
Sadece son resme bakarak durum tahlil edenler ise, Rusya’nın tahrik
edilmediğini, haksız olduğunu söylüyorlar. Oysa 1999’dan itibaren NATO’nun
ısrarla izlediği genişleme politikası, özellikle Nisan 2008’de Bükreş’te
dillendirilen kaygılar ve jeopolitik gerçekler düşünülürse, büyük resim bize farklı
bir görsel sunmaktadır. BU noktada şu önemli hususu bilhassa belirtmek
isterim. Ulusal ve Uluslararası düzeyde ün yapmış tanınan bazı siyaset
bilimcilerin, siyasal analistlerin İnternet üzerinden kimi kaynaklar yoluyla ortaya
görüşleri derleyerek oluşturduğum bugünkü yazımda yer alan tahlil ve
analizlerin hemen hemen tümüne katılıyorum. O yüzden bu sütunlarda yer
verip sizlerle paylaşıyorum…
Yorum yapın