Felsefenin özünde psikolojinin ana temasında; aklın dönüp dolaşıp aynı yere gelmesi ve zihinlerin bir iş üretememesi haline “kısır döngü” tanımlaması yapılması çok doğru ve isabetli bir tespit, daha doğru bir deyimle saptamadır. Gerçekten de insanlık tarihine şöyle bir dönüp bakıldığında akıp giden yaşamın içinde bazı dönemlerde böyle durumlara düşmeyen insan sayısı ‘YOK’ denecek kadar azdır, var olanlarda yetersiz kalır. Önemli olan bu durumlara düşmemek değil, düştükten sonra bu ‘KISIR DÖNGÜ’ veya ‘SARMALDAN’ kurtulabilmektir. O halde ‘Kısır Döngü ne demektir?’ Sorusunun yanıtı ancak şu olabilir;

‘Acizliğin, yetersizliğin, yöntemsizliğin, düşüncesizliğin ve aklı doğru kullanamamanın bir sonucudur. Bir başka deyişle aslında kendinde değişiklik yapamayan, bir günü bir gününe eşit olan insanın düştüğü durumda sayılabilir.’

Şöyle ki; ‘Bazen ağır bir sorunu çözmek için bütün yetenek ve olanaklarınızı seferber ettiğinizi var sayarsınız ama sonradan bir bakarsınız ki, aklınızı etkin biçimde kullanmamışsınız.’ Bu durumda insanın aklına şöyle bir soru gelebilir; ‘acaba insan aklı, bu dünyada insanın önüne sonsuz bir açılım, seçenek ve olanaklar sunabiliyor mu?’

Bu sorunun yanıtını verirken elbette aklın gücünü asla yadsıyamayız, ama insanın bu dünyaya ait ‘bütün sorunları çözme’ gibi bir işlevinin olmadığını da bilmek zorundayız. Deyim yerindeyse; kıyamet koparken de insanlığın yarım kalan projeleri ve çözümsüz sorunları mutlaka olacaktır. İşte bu noktada konuyu asıl getirmek istediğim aşamada çözümsüz büyük sorunlar karşısında aklın zorlanması ve acizliği elbette ki değildir!

Çünkü çok basit sorunlar karşısında kafa konforumuzu bozup aklımızı etkin biçimde kullanamamak endişesi karşımıza çıkabilmektedir. Bu durumu yaşamın bütün aşamalarında ve tüm yaşam alanlarında görmek mümkündür. Kısır döngüye, bilimden, felsefeden, siyasetten ve sıradan insanların günlük yaşamından çok sayıda örnekler verilebilir. Ancak şurası muhakkaktır ki, her alanın ve herkesin kendine özgü bir ‘kısır döngüsü’ mutlaka vardır. Bu noktada yeri gelmişken siyasetin ve siyasetçinin kısır döngüsüne bir göz atmakta yarar vardır, diye düşünüyorum.

Çoğumuz aslında çok iyi bilmekteyiz ki, SİYASETİ; dünyanın en gerçekçi yani rasyonel işlerinden biridir.

Elbette ‘TÜRKİYE’ gibi büyük bir ülkede, çok çeşitli insan tiplerinin dağılımından oluşan bir toplumda, ‘mutlaka iktidara gelme’ gibi bir amacınız eğer yoksa (ki mutlaka vardır, olacaktır) her türlü siyaseti yapabilir ve toplumda da bir karşılığınızın olduğunu elbette söyleyebilirsiniz.

Örneğin; kanarya sevenler partisi kurabilir, ülkeye böyle hizmet vereceğinizi açıklayarak belli bir oranda oy bile alabilirsiniz. Bu durum, sizin toplumda bir karşılığınızın olduğunu gösterse bile, etkin bir siyaset için hele ki iktidara gelmek gibi bir amacınız varsa asla yeterli değildir.

‘Siyasetin toplumdaki karşılığı’ dendiğinde bana kalırsa şunu anlamalı ve çevremize öncelikle şunu sormalıyız;  ‘Toplumun nabzına göre şerbet veren siyasetlerin ve siyasetçilerin mi toplumda karşılığı vardır, yoksa dünyayı ve toplumsal vicdanı doğru okuyan siyasetlerin veya siyasetçilerin mi karşılığı vardır?’

Bana göre; toplumun nabzına göre şerbet veren, idare-i maslahatçı veya günümüzdeki ifadesiyle ‘popülist politikalar ve politikacılar’ devri şimdilik kaydıyla kapanmamıştır ama bu devrin kapanması bence zorunludur, hatta kaçınılmazdır. Aksi halde olaylara siyasetin dışından değil de tam içinden bakanlar, bu ülkede ideolojik, etnik ve dinsel temelli siyasetlerin de bir geleceğinin olmadığını asla göremezler, kanaatini kuvvetlice muhafaza ediyorum.

İşte tüm bu nedenlerledir ki, muhalefet partilerinin bizdeki gibi siyasette kısır döngüye düşmeleri ve bu sarmaldan bir türlü kurtulamamaları, onlara, ‘iktidar hayalini kaybetmek’ gibi ağır bir bedel ödetmektedir. Özellikle ideolojik kalıpları kıramayan, ulusalcı, etnik ve dinsel temelli siyasetleri benimsemiş olan partiler, dönüp dolaşıp aynı şeyleri söylüyorlar ve bununla da bir mesafe aldıklarını zannetmektedir.

Ülkemizin tanınmış sosyolog yani toplumbilimci yazarlarından Cemil Meriç; ‘İdeolojiler zihinlerimize giydirilmiş deli gömlekleridir’ derken öyle zannediyorum ki; ‘zihinlerin kısır döngüsüne’ vurgu yapmıştır. Zihinlerin kısır döngüsünde sıkışıp kalmış ideolojik siyasette, bilimde, sanatta ve felsefede eğer devam ettirirseniz, o kısır döngülerin içinden asla çıkamaz ve hiçbir düşünce, dolayısıyla iş üretemez duruma birden ve de kaçınılmaz biçimde düşüverirsiniz. Belki bu kısır döngü siyaseti, dışa açılmamış, iletişim ve bilişim çağına geç girmiş veya hiç girmemiş kapalı toplumlarda yapılabilir, nitekim yapıldığına dair epeyce örnekler vardır. Ancak bugünün Türkiye’sinde böyle bir şeyi yapabilmek elbette çok zordur ama asla olanaksız değildir.

Çünkü içe kapanmış siyasetçi ve siyasetleri toplumun bünyesi reddetmektedir. Toplum artık hemen tüm dinamik unsurlarıyla ‘esastan doğru ama usulden yanlış’ biçimde de olsa kaldırılan askeri vesayetin yerine sivil vesayet konulmak istenmesine, siyasal despotizme alenen karşı çıkmaktan çekinmiyor ve de daha önemlisi kesinlikle korkmuyor. Ülkemizde son süreçte halkın iradesi ile bir parça şekillenmeye başladığını düşündüğüm bir sivil siyaset anlayışı yavaş da olsa yerleşmeye başlamıştır. Kim ne derse desin, 1960’lı, 1970’li, 80’li yılların kapalı 90’lı yılların yarı açık 2000’li yılların başında yarı açık 2010’larda tümüyle açılmaya yüz tutmuş Türk toplumu, ’DİGİTAL ÇAĞI’ tam anlamıyla olmasa da birazcık da olsa küresel gelişmeleri yakından izleyen ve irdeleyen, ülkenin içinde bulunduğu koşulları gözleyen ve gözlemleyen, eğitimli aydın insanlarımızın sayısı hiçte azınlıkta olmayacak biçimde artmış çoğalmıştır. Bu öngörüm öyle sanıyorum ki 2026 veya en geç 2027 yılında gerçekleştirilmesi olası hatta kaçınılmaz görünen Cumhurbaşkanlığı ve milletvekili genel seçimlerinde etkisini ortaya koyacak ve sandıktan çıkacak sonuçlarla büyük ölçüde bir ‘DEMOKRATİK DEVRİM’ şeklinde gerçeğe dönüşecektir, inancındayım. O nedenle toplum olarak bence mutlak hedefimiz; Yüzde yüz açık ve şeffaf toplum olmalıdır!..