DİN SİYASETE ALET EDİLEMEZ!..

Kutsal kabul edilen duygular ve kimlikler, yani dinler, mezhepler, kısacası İnançlar, tarikatlar,
cemaatler yoluyla toplumsal baskı ve bölücülük İçin siyasette kullanıldığında, herkes ama en çok da
bunu yapanlar zarar görür. Bu tespiti yaptıktan sonra söylenecek tek doğru söz; Günümüz Türkiye
manzarasına baktığınızda gidişatın hiçte iyi olmadığı ve de inançların siyasette kullanılmasının
kimseye hayır getirmediği gerçeğidir! Bugüne değin bu bariz gerçeğin aksine tutum içinde olanları
kast ederek söylüyorum; hiç kuşkunuz olmasın ki, en büyük zararı da tarikatları ve inançları, baskı
yapmak ve zorla oy alabilmek için siyaset sahnesine sürenler ve toplumu din üzerinden ayrıştıranlar
uğrayacaktır.
Bugün ve daha önceki yazılarımda bu uyarılarımın temelinde yatan tarihsel ve toplum bilimsel bazı
gerçeklere değinmek gerekirse ki gerekiyor; Önce İlber Ortaylı’nın Hürriyet gazetesinde 20 Ağustos
2016 tarihinde, “Tarikatlar Siyasete Karıştığında…” başlığıyla yazdığı yazıdaki “Kadızadelerin
Akıbeti” ara başlığıyla vurguladığı bölüme bakmak gerekiyor. Üstat Ortaylı hoca söz konusu yazısının
girişinde, İslam tarihinde tarikatların önemini ve yerini anlatıyor. Sonra da toplum bilimsel olarak
aralarında bir fark olmamakla birlikte, tarikatlar ile cemaatleri birbirinden ayırıyor. En sonunda da
cemaatlerin aslında tarikatların hem siyasal iktidara rakip olduklarını hem de emperyalizmle
işbirliği yaptıklarını, örneklerle ifade ediyor.
İlber Ortaylı’nın o yazısı ve Özdemir İnce’nin konuya ilişkin değerlendirmelerinden yola çıkarak devam
edecek olursak; Cemaatler İslam dünyasında temelde son asırlarda ortaya çıkmıştır. Cemaat, İslam
toplumunda hele Türk toplumunda kabul görecek bir kurum değildir. 
Selçukiler devrinde Karmatîler vardı. Bu sosyalizme ve hatta Zerdüştlüğe meyyal cemaati
Nizâmülmülk feci halde tedib etti. Osmanlı tarihinde Kadızadelileri siyasete karıştıkları için bilhassa
17’nci asırda Köprülü Mehmed Paşa şiddetle cezalandırdı. Siyasete bulaşması kaçınılmaz olan bu gibi
kitlelerin gelişimine hoşgörüyle yaklaşılmamıştır. Hatta 19-20’nci yüzyıl dönemecinde ortaya
çıkanların durumuna bakarsak İslam dünyasının bugünkü başlıca problemlerinden birinin cemaatler
olduğunu söylemek haksız sayılmaz. 1890’larda ortaya çıkan Mirza Gulâm Ahmed Kadiyânî bugün
dahi 2-3 milyon taraftarı olan, Britanya’dan Pakistan ve Hindistan’a kadar mensuplarının her yerde
yaşadığı bir cemaattir. Ticaretle ayakta durur. Bugün Hindistan’da kalan Kadıyan’da doğan Gulâm
Ahmed cihadın kılıçla değil söz ve ilimle yapılacağını ileri sürmüştür. Bu zamanımızda benimsenen bir
görüştü. İngiltere’yle arayı hoş tutmak amacındaydı ve mensuplarına kendisinin İslamın kıyamete
yakın bir zamanda beklediği İsa Peygamber’e en çok benzeyen kişi olarak Mesihliğini telkin etmiştir.
Kimse bizim sandığımız gibi saf değil; Britanya yönetimiyle iyi geçinen, mensuplarının da yönetimle iyi
geçinmesini kolaylaştıran bir dini lider, hatta kurtarıcı birçok insanın işine gelir. Kadiyânîler, bir ara
bağımsız Pakistan yönetiminde bürokrasinin en önemli mevkilerini işgal ediyorlardı.
Bugünlerde Diyanet İşleri Başkanı’nın “inancın sokağa da egemen olmasını istediğini ”yaklaşık 25 yıl
önce  “apaçık bir mahalle baskısı” olduğunu söyleyen Prof. Şerif Mardin de çeşitli yazı ve
söyleşilerinde İttihatçıların bile en çok “Sokak İslamı” dediği, siyasete sokaktan egemen olmaya
çalışan dinci gruplardan korktuklarını belirtir. Çünkü sokağa taşmış olan ve iktidar peşinde olan tarikat
ve cemaatlerin, siyasal iktidarların en büyük rakibi ve düşmanı olduklarını en iyi onların içinden
gelenler bilir.
Bu noktada Beni asıl hayrete düşüren nokta, bırakınız tarihi, bırakınız kendilerinden önceki siyasal
iktidarları, bizzat bu iktidar mensuplarının, bizzat besleyip büyüttükleri, özdeşleştikleri Gülen Cemaati
tarafından bir darbe girişimi ile karşılaşmış olmalarına rağmen, hâlâ tarikat ve cemaatlerden medet

ummalarıdır. Bugünkü yazımı sizlere daha önceki yazılarımda ve de bugün de anlatmaya çalıştığım
gibi iktidara yönelik tehdit ve tehlikenin ne kadar gerçekçi ve yakın olduğunu vurgulayan ve herkesin
yanıtını bildiği bir soru ile bitirmek istiyorum; Bir tarikat müridi olan bir asker, bir polis, bir yargı
mensubu, bir bürokrat, bir teknokrat, tarikat şeyhinin emrini mi dinler, yoksa tarikat üyesi olmayan
amirinin mi?.
Sorarım sizlere, hepinize..