Sabah uyandığınızda yaptığınız ilk şey nedir? Diye bir soru sorsam. Biliyorum! Bana rutin cümlelerle cevap vereceksiniz. Elimi yüzümü yıkarım, dişlerimi fırçalarım, gözlerimi tavana dikip öğlece bir süre kalırım.  Penceremden havanın durumuna bakarım. Benzeri cümleler uzar gider. Bir çoğumuzun aslında yaptığı ilk şey, gözlerini açar açmaz telefonuna bakmak oluyor. 

Benim gibi telinizi sessize alıp uyuyorsanız bu kaçınılmaz oluyor. Arayan var mı? WhatsApp'tan yazan olmuş mu? Facebook ve Instagram’da neler kaçırdım? Kimler ne Tweet atmış? Mail gelmiş mi? Bir çoğumuz bu karmaşa içinde güne başlıyoruz. Dijital çağ dediğimiz zaman diliminin esareti altında yaşam sürmeye başladık. İnsanlık için büyük bir hizmet olan interneti kullanma konusunda abartılı ve amacının dışında kullanıyoruz. 

Çocuklarımız internetle ilk yaşlarından itibaren tanışıyor. Tableti koyuyoruz önüne bir çizgi film açıp tüm dikkatini ona vermesini sağlıyoruz. Öylesine uyuşturucu etkisi yapmış ve alışagelmiş bir hal alıyor ki durum, sonrası koparmak mümkün olmuyor. Gülüyor tablet önünde, ağlıyor tablet önünde. Yerken, içerken, hatta uyurken tablet kucağında uyuyor. Belli bir yaş sonrası televizyon ekranını tablet ya da dokunmatik bir cihaz ekranı zannederek eliyle atlatmaya, parmak ucuyla vurmaya çalışıyor. İlk okul çağına gelmeden kullandığı bir telefonu oluyor. 

Bu şekilde yetişen bir çocuğun hayat yolunda ayakları üzerinde durabilmesi mümkün mü? Bebeklik döneminden itibaren verdiğimiz bu morfinden kurtulabilme ihtimali var mı? İnsan içine girmemiş, topluma karışmamış, çevresinden bir haberdar varsa yoksa dijital dünya. Bizim jenerasyonumuz eğitici, öğretici ve fiziksel oyunlarla büyürken, oyun oynamayı internet ortamından öğrenerek büyüyün bir nesilden bahsediyoruz. Hangi harf kuşağına koyamadığımız yeni bir nesilden. 

Üç beş çocuk bir araya gelerek oynadığımız “sağım solum ebe” dediğimiz saklambaçlar artık yok. Yağ satarım bal satarım diye topacı arkasına koyduğumuz çocuklar da yok. İlk okullarda bizlere keyif veren, kaşıkla ağızda düşürmeden yumurta taşımak, çuval içinde zıplayarak bitiş çizgisini geçmek, iki takım halinde halatın birer ucundan tutarak kim güçlü dediğimiz oyunlarımız. Tepsi içine boca edilen bir yoğurt ve içine atılan madeni para. Gözlerimiz bağlı ağzımızı kullanarak bulmalar tarih oldu artık.

Bizler için maneviyatı büyük olan günlerde, uzaklardaki sevdiklerimize sesimizi duyurmak ve seslerini duymak yerine mesajlara sarıldık. “Bayramın kutlu olsun, hayırlı kandiller yazdık. Özel günlerinde “doğum günün kutlu olsun” yazdığımız mesaj yeterli oldu. Çocuğu doğanlara “gözünüz aydın” cenazesi olanlara “başınız sağ olsun” yazdık yetti gitti. Oysa ki hayat paylaşınca güzeldi. Mutlu olduğumuz anlara ortak olmak, eşlik etmek, acıları birlikte paylaşmak bizim örf ve adetlerimizdendi. Bunları unuttuk artık. Hal böyle olunca insan “ne varsa eskilerde var” demeden kendini alamıyor. 
Sağlıcakla…

Damga Gazetesi'nden alıntıdır.