ATATÜRK’ÜN DEVRİMCİLİĞİ BAŞKALARINA BENZEMEZDİ!
Antik Yunan filozofu Herakleitos; evrende her şeyin bir akış, değişim ve
dönüşüm içinde olduğunu söylermiş. Kaynak kitaplar öyle yazıyor. Bazı insanlar
ise, zihinlerinde oluşan yanılsamaların bir sonucu olarak, bu ilkeye karşı çıkarlar.
Toplumsal bağlamda muhafazakârlık ve statükoculuk bu şekilde oluşur. Ancak
tarihte, muhafazakarlığın ve statükoculuğun zamana karşı direnebildiği hiçbir
örnek yoktur. Muhafazakar ve statükocu yaklaşımlar akışa, değişime ve
dönüşüme dirense de, eninde sonunda yıkılırlar, yıkılmaya mahkumdurlar.
Bizans İmparatorluğu ve Osmanlı İmparatorluğu bu nedenle çökmüştür. Bu
imparatorlukların paradigması, onların içinde veya dışında ortaya çıkan
devrimci gelişmelere direnemediler ve yüzyıllar sonra çöküşü yaşamak zorunda
kaldılar. Muhafazakarlığın ve statükoculuğun korkulu rüyası her zaman felsefe,
bilim ve sanat olmuştur. Çünkü bu alanların en temel özelliği, akıl, sorgulayıcılık,
analitik düşünme ve yaratıcılık olmuştur. Felsefe, bilim ve sanat devrimciliğin
dinamosudur. Batı Avrupa ve kuzey Amerika, ortaçağ karanlığından,
Rönesans’ta ve Aydınlanma döneminde, felsefe, bilim ve sanat alanındaki
gelişmelerin sonucunda siyasal devrimleri yaşamıştır. Belli başlı ekonomik ve
siyasal koşullarla birlikte, Kopernik, Galilei, Kepler, Newton gibi bilim
insanları; Bacon, Locke, Hobbes, Descartes, Spinoza, Leibniz, Hume, Kant,
Rousseau gibi düşünürle yani filozoflar; Da Vinci, Raffaello, Botticelli,
Michelangelo gibi sanatçılar olmasaydı, monarşinin, teokrasinin ve feodalizmin
yıkılmasıyla sonuçlanan 1776 Amerikan Devrimi ile 1789 Fransız Devrimi hiç
gerçekleşmezdi. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk, batı
Avrupa’da ve kuzey Amerika’da meydana gelen bu gelişmelerden etkilenerek,
Türkiye’deki Aydınlanma devrimlerini gerçekleştirmiştir. Atatürk bu konuda
uzun yıllar yalnızdı. Kurtuluş Savaşı sürecinde Atatürk’ün yanında olan birçok
kişi bile, Aydınlanma devrimlerine karşı çıktılar. Oysa Atatürk, cephede
savaşırken bile, savaşı kazanması durumunda kuracağı devletin nasıl bir devlet
olacağının tasarımlarını yapıyordu. Bir taraftan halk egemenliği kavramı
üzerinde, bir taraftan da olası eğitim reformları üzerinde çalışıyordu. Bu durum
yani ‘Yalnızlık’ yalnız bırakılmışlık, aslında belki de devrimcilerin kaçınılmaz
özelliklerinden biridir. Ancak Atatürk, Osmanlı İmparatorluğu’nda geçerli olan
monarşik, teokratik ve feodal düzenin, daha önceki yüzyıllarda Avrupa’da da
geçerli olduğunu ve bu düzenin buna rağmen yıkıldığını biliyordu. Atatürk bu
tarihsel gelişmeleri, felsefi, bilimsel ve sanatsal temelleriyle birlikte çok iyi
incelemişti.
O nedenle Atatürk yılmadı, vazgeçmedi; çevresindekileri dinlemedi ve sadece
doğa yasalarıyla toplum yasalarının gerçekliklerini dikkate aldı. 18. yüzyıl Alman
filozofu İmmanuel Kant; Aydınlanmayı, insanın hiçbir rehbere gereksinim
duymadan, kendi aklını kullanma ve bağımsız olma cesareti olarak
tanımlar. Atatürk; ölümü bile göze alarak, padişahın, halifenin, tarikatların,
cemaatlerin, şeyhülislamın, ulemanın sözde rehberliğine karşı çıkarak, aklı,
bilimi, felsefeyi ve sanatı temel alan devrimler gerçekleştirmiştir. Atatürk; antik
Yunan filozofları Platon’un ve Aristoteles’in bir erdem olarak nitelendirdikleri
cesarete sahip bir insandı. Devrimci insanın yalnızlığı, cesaretinin yanında, bir
ayrıntı olarak kalır. Ölümden korkmayan insan, yaşama bağlı olan insandır.
Kaybetmekten korkmayan insan, zaferlerin yolunu açan insandır. İşte Atatürk
de öyle bir insandı. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun 100. yılında, Atatürk
için yapılacak en iyi şey, bu bilinçle hareket etmektir, diye düşünüyorum.
Bugüne kadar bunu yapmayı başaramayanlar, en azından bundan sonra, bu
yolda ilerlemeyi öğrenmelidirler, kanısındayım!..
Yorum yapın