Özellikle son yedi, sekiz yıldır hatta daha geriye gidersek son on beş, on altı yıldır her nedense(!) etrafımda ‘aklını peynir ekmek gibi yiyenlerin sayısını epeyce artmış’ görüyorum. Aslında bu tuhaf durum beni hiç ama hiç şaşırtmıyor!..

Çünkü daha önce birkaç kez bazı yazılarımda çeşitli vesilelerle ifade ettiğim gibi ‘akıl tutulmasının aymazlık halini yoğun biçimde yaşayan bu halkın birbirinden ötekileştirilerek ayrıştırılmış ezici çoğunluğu aldatılarak ve kaldırılarak içine sokulduğu kutuplaşma girdabından’ bu gidişle kurtulamayacak gözükmektedir!..

Umarım yanılan ben olurum ama benim uzunca bir süreden beri gördüğüm manzara budur maalesef!..

‘Neden’ derseniz, içinde yaşadığımız ve ‘kaçınılmaz biçimde, doğal bir parçası’ olduğumuz toplumda önemli bir kesim var ki; Memleketin bitip tükenmek üzere olduğuna kendini öylesine inandırmış ki, her şeyin sonunun geldiğini zannediyor, adeta başına karalar bağlamış biçimde ağlayıp inliyor, fırsatını bulursa isyan ediyor gibi, yine aynı toplumun bir başka kesimi ise son birkaç yıldır ağır ekonomik koşullar yüzünden sayıları epeyce azalsa bile her şeyin güllük gülistanlık olduğunu veya olacağını, memleketi idare edenlerin bu ülkeyi uçurduğunu, nurlu ufuklara yol aldığını savunuyor!..

Daha da vahim olanı ise sözünü ettiğim her iki kesimde birbirini anlamadığı gibi aynı zamanda birbirinden nefret ediyor ve olabildiğince kötülemekten, öfke saçmaktan da pek geri durmuyor!..

Tüm bu nedenlerden dolayı bugün yaşama dair birkaç kelam etmenin daha doğru olacağını düşündüm. Bu sayede zihnini adeta kilitleyen yani ‘akıl tutulmasının aymazlık halini yaşayan’ ama bu durumunun çok daha vahim hale geldiğini bir türlü kavrayamamış, o yüzden de bir bakıma ‘aklını peynir ekmek gibi yiyenlere’ bir nebze ilaç olacağını düşündüğünden, amaçladığımdan dolayı bugünkü yazımı kaleme almaya başladım. İnsan doğar, emekler, yürür, kendisine biçilen hayatı yaşar veya kendisine bir hayat biçer. Her ikisinin de sonucunda yaşlanır ve geriye dönüp baktığında iyisiyle kötüsüyle, mutluluğuyla hüznüyle, gururla pişmanlıklarla ve daha birçok duyguları tecrübe ettiği hayatına, yani geçmişine bakar. Aslında anlar ki, en büyük birikim ve sermayesi, tüm bu yaşadıklarından elde ettiği birikimleridir yani kazanımlarıdır!..

Çünkü ‘yaşam yolculuğu’ aslında bir tünel gibidir. O tünelin neresinde olursanız olun, her tünelin bir sonu vardır. Tünelin bir gün son bulacağını bilirsiniz, bilmelisiniz. Bu nedenle hayatın her anının değerini bilip ‘mücadele’ diye tanımlanabilecek bu bahsettiğim yolda, ‘tek başına’ değil, sevdiklerimizle yürümenin önemini anlamalı ve hayat mücadelesini asla ‘kişiselleştirmeden’ sevdiklerinizle birlikte, bu mücadeleyi vermenin ehemmiyetini kavramalısınız, kavramak zorundasınız. Hayat mücadelesini sürdürdüğünüz ‘yaşam tünelinde’ sevdiklerinizle mücadele vermenizin önemli olduğunu her birey ‘farklı yaşlarda’ kavrar. O kadar ki; bu önemi yaşam tünelinin sonunda anlayıp, ‘hayatı pişmanlıklarla dolu’ insanlar da vardır. Her ne kadar bir özdeyişte ‘son pişmanlık fayda etmez’ deniliyorsa da bir başka özdeyişte ise, ‘zararın neresinden dönülse kardır’ der. Bazen ‘insan, yaşam tünelinde ilerledikçe kendini daha iyi tanıyor ve öğreniyor’ diye düşünüyorum. ‘İnsan, kendini tanıdıkça ve öğrendikçe, buna paralel olarak kendini affedebilmeyi de öğrenmelidir’ kanısındayım. O yüzden insanların olumsuzluklarının nedenine inmeli ve bu olumsuzluklara ‘şefkat ve hoşgörü ile yaklaşmalı’ öyle bakmalıdır. Verilen her kararın nedeni, ‘ne olursa olsun’ sorumlusu, kendisi olduğunun bilincinde yaşamsal kararlarını vermelidir. Yaşam; bu kapsamda düşünülüp ele alındığında, ‘yaşama dair’ ilginç olduğu kadar çarpıcı sözleri ve şiirleriyle, ayrıca nüktedanlığıyla tanınan, protest şairlerimizden merhum Can Yücel ‘Ömür dediğin üç gündür; dün geldi geçti, yarın meçhuldür. O halde ömür dediğin bir gündür; o da bugündür.’ derken, aslında, bana göre; ‘hayatı tarif etmektedir!’ Türlü mücadelelerle ilerlediğimizi düşündüğümüz, ‘şu kısa yaşam tünelinde, hayata dair bir katkı koyma adına’ yaşamın içinden, manidar bir kesit olarak, ‘hayata dair’ bir öyküyü sizlerle paylaşmak istiyorum; “Öğrencilerine hayat üzerine ders vermek amacıyla sınıfa giren profesör, hiçbir şey söylemeden, kürsünün üstüne büyükçe bir kavanoz koyar. Ardından kavanozu tenis topları ile doldurur ve öğrencilere kavanozun dolup dolmadığını sorar. Öğrenciler, hep bir ağızdan kavanozun dolduğunu söylerler. Profesör bu kez, içi çakıl taşı dolu olan bir torba çıkarır ve torbanın içindeki tüm çakıl taşlarını kavanoza döker. Sonra çalkalayarak taşların tenis toplarının arasındaki boşluklara yerleşmesini sağlar ve dönüp öğrencilerine tekrar sorar; ‘Kavanoz doldu mu çocuklar?’ Öğrenciler yine ‘evet, doldu’ diye yanıtlar. Profesör bu defa, içi kum dolu bir torba çıkarır ve torbanın içindeki tüm kumu kavanozun içine boşaltır, çalkalar ve kumların, içi tenis topu ve çakıl taşı dolu olan kavanoza yerleşmesini sağlar. Bir defa daha sorar öğrencilerine; ’Kavanoz doldu mu çocuklar?’ Öğrenciler bir kez daha yanıtlar; ‘Evet, doldu!’ Profesör, bu sefer de bir öğrencisini kantine gönderip iki fincan kahve almasını rica eder. Gönüllü bir öğrenci koşarak sınıftan çıkar ve kısa bir süre sonra iki fincan kahve ile geri döner. Öğrencisinin elinden kahveleri alan profesör, bu defa getirilen kahveleri kavanozun içine döker ve çalkalar. Sınıfa dönüp öğrencilerine son kez sorar; ‘Kavanoz doldu mu arkadaşlar?’ Öğrenciler biraz şaşkın biçimde, dördüncü kez ‘evet doldu’ yanıtını vermek zorunda kalırlar. Bunun üzerine profesör, içi tenis topu, çakıl taşı, kum ve kahve dolu kavanozu iki eli ile kaldırarak sınıfa gösterir ve şöyle der; ‘Bu kavanoz sizin hayatınızı simgeler. Tenis toplarını hayatınızdaki önemli şeylerin yerine koyun. Aileniz, çocuklarınız, sağlığınız arkadaşlarınız ve sizin için önemli olan şeyleri düşünün. Diğerlerini kaybetseniz de bu önemli şeyler kalır ve hayatınızı doldurur. Çakıl taşları ise, hayatınızda daha az önemli olan diğer şeyleri temsil eder. Mesela, işiniz, eviniz, arabanız gibi. Kum ise, geriye kalan ufak şeyleri temsil eder. Eğer, kavanoza önce kum doldurursanız çakıl taşlarına ve özellikle de tenis toplarına yeterli yer kalmaz. Aynı şey hayatımız için de geçerlidir. Vaktinizi ve enerjinizi ufak tefek şeylere harcar, israf ederseniz, önemli şeyler için vakit kalmayacaktır. Dikkatinizi mutluluğunuz için değer taşıyan önceliklerinize çevirin. Sağlığınıza dikkat edin, eşinizle yemeğe çıkın, evinizin ihtiyaçlarını karşılamaya öncelik verin, yani her şeyden önce, tenis toplarını kavanoza yerleştirin. Önceliklerinizi, sıraya dizmeyi iyi bilin. Çünkü gerisi hep kumdur!’ Tam bu sırada bir öğrenci sorar; ‘Peki, o iki fincan kahve neydi hocam?’ Profesör gülerek yanıtlar; ‘Hayatınız ne kadar dolu olursa olsun, her zaman dostlarınız ve sevdiklerinizle birer fincan kahve içecek kadar yeriniz vardır. O iki fincan dostlarınızla keyifle içeceğiniz kahvedir!..”