AKILDAN YOKSUN OLAN İNANÇLI OLAMAZ!.

Kendimi bildim bileli Atatürk'e türlü yalanlar, gerçek ve akıl dışı iftiralarla yazılı ve sözlü olarak
saldıranların varlığından maalesef haberdarım. Yani son 45-50 yıllık zaman diliminden bahsediyorum.
Daha öncesinde yok muydu elbette vardı. Bu densizler bilhassa son 15-20 yıldır bu türden saldırı,
iftira ve yalanların dozunu epeyce artırdılar ve de alenileştirdiler. Çünkü eskisi gibi Atatürk'e yönelik
iftira ve yalanlarla saldırmanın karşılığında uygulanan ceza ve yaptırımların hiçbir caydırıcılığı, psiko
sosyal açıdan dahi hiçbir ürkütücülüğü ve korkutuculuğu kalmamış gibidir!.
Evet, Atatürk'ü koruma kanunu halen yürürlüktedir ama günümüzde caydırıcı olmaktan uzak
kalmıştır. Çünkü Atatürk' e hakaretten verilen cezalar ya kadük kalmaktadır ya da bu densizler
yargılanırken yargıçlar takdir haklarını 'iyi hal indiriminden yana' kullanmaktadır veyahut ta Atatürk'e
hakaret edenler 'meczupmuş gibi' değerlendirerek cezaevlerine değil geçici ve kısa bir süreliğine akıl
hastanelerine gönderilmektedir. Atatürk'e hakaret ederek saldıranların akıl sağlığının yerinde
olduğundan şüphe etmek elbette en gerçekçi yaklaşımdır ama Atatürk'e her hakaret ederek
saldıranında meczup yani deli olduğu kanaatine vararak hiçbir cezai yaptırım uygulamamak ve
doğrudan tımarhaneye göndermekte o akıl yoksunu densizleri Atatürk'e hakaret ettiği için
ödüllendirmekle eşdeğer bir durumu somutlaştırmaya yaramaktadır. Bu konuya girmişken sizlere
konuyla ilgili hemen bir anekdot aktarmak isterim. Geçenlerde benim gibi 30 yılı aşkın bir süredir
yazan, çizen, okuyan, soran ve sorgulayan ama dünya görüşü, hayat felsefesi benimle aynı olmayan
farklı siyasal iklimlerin insanı olmamıza rağmen dürüstlük, karşılıklı saygı, sevgi ekseninde görüşmeye
konuşmaya devam ettiğimiz bir arkadaşımla bu 'Atatürk mevzusunu' konuştuk, birazda tartıştık. O
arkadaşım bana kendisinin yıllar önce okuduğu ve epeyce etkilendiği Rıza Nur’un 'Hayat ve
Hatıratım' adlı kitabının 'ideolojik taassubunu doyuran bir dedikodu hazinesi' gibi olduğundan
bahsederek uzun yıllar Atatürk' ten bahsederken hatta yazarken dahi 'Atatürk' demediğini 'Mustafa
Kemal' veya sadece 'Gazi' demeyi tercih ettiğini itiraf etti. Ama aynı arkadaşım bilhassa son 10 yıldan
beri artık konuşurken de yazarken de Atatürk adını kullanmakta hiçbir sakınca görmediğini de
belirterek şunları söyledi; "Mustafa Kemal Atatürk’le ilgili yıllar önce dolaşıma sokulan Atatürk
karşıtı her türlü müptezelliklerin dayandığı ana kaynak, Sinop'ta 'Rıza Nur İl Halk Kütüphanesi' ne
adını veren şahsın, yani Rıza Nur’un 'Hayat ve Hatıratım' adıyla yayımlanan anılarıdır..
Benim de gençken merakla heyecanla okuduğum kitaplardan biriydi o kitap. O kitapta
anlatılanların aslında siyasal hesaplaşmaların, kişisel kin ve garezin ürünü, hastalıklı bir ruhun eseri
hezayanlar olduğunu maalesef sonradan farkına vardım. Bu kitap büyük bir sırrı öğrenecek olmanın
hevesiyle yanıp tutuşan dindar gençler arasında yıllarca elden ele dolaştı, bilhassa 1980’li yılların
başında el altından bu kitabı bulur, alır ve okurdu. Benim gibi birçok dindar genç o kitabın etkisi
altında kalmıştır. 'Hayat ve Hatıratım' ideolojik taassubumuzu doyuran bir dedikodu hazinesi
gibiydi. Rıza Nur'un o kitapta yazdıkları, anlattıkları bilinçten ziyade bilinçdışına aitmiş gibi
görünüyordu. Benim gibi o kitabı ve o kitaba benzer kitapları okuyanlarda önyargıdan daha çok
ideolojik bir refleks oluştu. Bu durum belki de muhafazakar mahalleye aidiyetin bedeliydi. Şöyle ki,
ideolojik grupların alerji duydukları konular ve seçtikleri kelimeler vardır. Örneğin ben yıllarca
'Tanrı' demedim 'Allah' dedim. 'olanak' demedim, 'imkân' dedim. Demediklerimden biri de
Atatürk’tü. Hep Mustafa Kemal dedim, Atatürk demekten kaçındım. Hiç kuşkusuz bu, övmek
zorunda bırakıldığım bir tarihsel figürü zorla övmekten kaçınma güdüsüydü. Hiç hakaret etmedim
ama zorlama sıfatlara da boyun eğmedim. Atatürk’ten dünya görüşüme uygun olarak ve daima
kendimi en iyi hissedeceğim şekilde, “Gazi Mustafa Kemal” olarak söz ettim. Ta ki 2007 yılına
kadar. O yıl senin bana bir başkasının hediyesi olan Atatürk'ün NUTUK'unu bana hediye etmemle
düşünce dünyamda birçok şey değişime uğradı. Nutuk'u bir kez değil tekrar tekrar en az beş kez
okudum, inceledim. Bir anlamda bilinçlenerek Atatürk ile barıştım. Ama hala muhafazakarım,
mutaasıbım, dindarım ve de böyle olmaktan guru duyuyorum. Ancak bugünün geçkin ve yetişkin
'apışarası tarihçileri' işte bu Rıza Nur'un 'Hayat ve Hatıratım'a ait bazı sayfaların arasından
devşirdikleri yalan yanlış bilgilerle tarihi kurguluyorlar, adeta tarihi yeniden yazdıklarını

zannediyorlar. Siyasal zeminde vasat ve de müsait olduğunda entelektüel zemin de müsaitleşir ve
vasatlaşır. O kitapta ve benzer kitaplarda yazılanlar aslında tarih değil, taassub ve iftira belgesi olan
yalanlardan ibarettir. İdeolojik bir kampın adamı olarak o tür kitapları okuyup düşünenler
genellikle karakter zaaflarıyla birleşen ideolojik nefretleri sayesinde bu tür haltlar karıştırmaya yani
Atatürk'e hakaret etmeye çok hevesli olurlar. İnsanı soyuyla, ailesiyle, yakınlarıyla vurmak ve
kökenlerini algı operasyonlarında malzeme olarak kullanmak bizim gibi salt soy asabiyesine dayalı
toplumların yazgısıdır bir bakıma. Yanlış mıyım, öyle değil mi Zikri kardeşim?"
Valla doğru söze ne denir? Eyvallah denir herhalde!.
Cumhuriyet tarihi boyunca sadece Atatürk değil, İsmet İnönü, Celal Bayar, Adnan Menderes,
Süleyman Demirel, Bülent Ecevit, Necmettin Erbakan, Alparslan Türkeş, Turgut Özal, keza şimdiki
Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, bir önceki Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'e yönelik olarak da soy ve
geçmişleriyle ilgili bu türden dedikodular yapılmamış, hatta iftiralar atılmamış mıdır?.
Ne yazık ki siyasetin de, bilimin de kanalizasyon çukurlarından beslenen ahlakdışı bir yanı hep
olmuştur, halen olmaktadır. Ama hepsi bir yana konunun Atatürk ile ilgili tarafı çok yoğun biçimde
çirkinlik, rezillik, yalan, iftira doludur!.