Beni bilenler bilir!..

Her defasında yeniden kez daha kendimi anlatmaya gerek var mı, bence yok ama…

Yakın geçmişte bu sütunlarda yayımlanan bazı yazılarımı arşivimden alıp güncelleyerek ve çoğu kez özü bozulmayacak biçimde özetleyerek sizlere tekrar sunduğumu biliyorsunuz. Geçmişte yayımlanan bazı yazılarımı her ne kadar güncelleyerek ve özetleyerek de olsa yeniden sizlere sunmuş olmakla ‘kendimi tekrarlamadığımı’ düşünüyorum. Çünkü bir gazeteci, yazarın ona ayrılan sütunlarda ‘kendini tekrarlaması’ ünlü İngiliz yazar ve şair Oscar Wilde’ın deyişiyle ‘bir konuya saplanıp kalan ve o konuyu takıntı haline getirerek kişisel meselesi yapan’ sonrada ‘o meselenin çözümüne yönelik düşünce üretmekten kaçınıp açıkça üşenen veya yeni bir şeyler yazmayı beceremeyen’ bir yazarın, düşünürün ‘aman sütunlar boş kalmasın’ diye eski yazılarını tekrardan yayınlaması anlamına gelmemektedir aslında…

Şöyle ki; ben şimdi yaptığım gibi geçmişte bu sütunlarda yayımlanan bazı yazılarımı ‘zaruret hasıl olduğu’ gerekçesiyle güncelleyerek ve çoğu kez de özetleyerek sizlere sunmakla kendimi tekrarlamadığımı düşünüyorum. Çünkü benim ara sıra veya bazen yaptığım aslında kendimi tekrarlamak değil, ülke gündeminin ve de elbette ki siyaset gündeminin hep aynı konulara ve dolayısıyla sorunlara takılı kalmasından, toplumun da yoğun biçimde ‘akıl tutulmasının aymazlık halinden muzdarip olmasından’ yani hep aynı şeylerle meşgul bırakılmasından kaynaklanmaktadır. O nedenle ben de çoğu kez hep aynı konulara ve sorunlara ilişkin bir şeyler yazmak zorunda kalıyor, bırakılıyorum. O yüzden beni ‘yazılarından hep kendini tekrarlamak’ ile eleştirip suçlamayın lütfen…  

Ülkemizdeki ve dünyanın birçok ülkesindeki mevcut mevcut siyasal yapıya baktığımızda ‘Bileşen’ ve ‘Kimlik’ gibi, bildiğimiz siyaset sosyolojisinde yeri dahi bulunmayan bir olguyla karşılaşıyoruz. Sözgelimi; adam gayet rahat ‘biz aslında siyasal bir bileşeniz’ diye konuşabiliyor ya da bir parti lideri ‘farklı kimlikleri’ partisinin saflarına katmakla övünebiliyor. Bütün siyasi partiler farklı kimliklere yönelerek kendi kimliklerinden adeta feragat ediyorlar ve çeşitli ‘bileşenlerden’ (sözün ona) yeniden oluşmaya başlıyorlar. Aslında bu durumun siyasal alanda bir anlamda ‘bileşik kaplar etkisi’ yarattığını ve genel bir eğilim yani trend olarak bütün siyasi partiler birbirine benzemeye başlığını dolayısıyla her partinin içinde, aslında başka bir partide olması gereken bileşenlerin ve kimliklerin yer almaya başladığını söylemek gerekiyor. Bu bağlamdan bakıldığında ise siyasal kimliklerin siyasal parti programların önüne geçtiğini ve esas belirleyenin farklı siyasal kimlikleri taşıyan popüler kimlik taşıyanlar olduğunu açıkça görebiliyoruz. Bu durumda belirli kimliklere sahip özneler o partiden bu partiye sıçrayarak paraşütle parti yönetimlerine geliyor, aday oluyor, dolayısıyla siyaset alanında muazzam bir kimlik, özne ve bileşen hareketliliği yaşanıyor…

Bu tespitin hemen ardından ‘kaygan zemindeki ülke siyasetinin’ herkesin yani her görüşten ve her kesimden insanın içinde yer aldığı ‘siyaseten rengarenk bir çiçek bahçesine dönüştüğünü’ daha önceki bazı yazılarımda belirttiğimi anımsatmak isterim. Bu noktada sizlere aktarmak istediğim konu aslında şudur; Ülkemizdeki siyaset düzeninin adına eskiden ‘Kaleydoskop’ denilen çiçek dürbününe nasıl dönüştüğünü, daha doğrusu nasıl dönüştürüldüğünü sebepleri ve gerekçeleriyle öncelikle bilmek gerekiyor, diye düşünüyorum. O yüzden tekrardan da olsa anlatmaya devam ediyorum;

Türkiye’deki siyaset düzeninin adeta bir ‘çiçek dürbünü’ haline gelmesinin başlıca sebeplerinin başında, bazı siyaset bilimcilerin ifade ettiği gibi emperyalizmin stratejik bölgelerdeki güçlü ulus devletlerin etnik ve mezhep kimliklerine bölerek ‘zayıflatma taktiği’ gelmektedir. Ülkemizde yıllardır 12 Eylül 1980 darbesinin yarattığı siyasal tahribatın bir türlü aşılamaması, önce yüzde 10’luk sonrasında ise yüzde 7’lik seçim barajlarından kaynaklanan siyasal nüfuzun maddi çıkarlarla elde edildiği ‘Kliental sistem’ yani Amerikan tarzı seçim kampanyalarının kafa karıştırıcı, aptallaştırıcı etkisi, başta sendikalar olmak üzere sivil toplum örgütlerinin iktidarların uzantısı, payandası, yardakçısı haline getirilmesi, her şeyi normal gösteren medya faktörü ve iletişim zorlukları  ‘neo-liberal’ iktisat politikalarının orta sınıfta yarattığı ‘şahane hayat yanılsamaları’ ile daha pek çok sebep ile etken sayılabilir ve de tartışılabilir..

İşte tam da bu noktada bir kötü, bir de iyi haber verilebilir herhalde. Bu durumda kötü olan haber şu olabilir; ‘bu çarpık siyasal düzen asla sürdürülebilir değildir.’ Devletlerin içine sokulduğu ideolojik bunalım, bölgesel savaşlar ve iktisadi krizle birleştiğinde ya iç savaşa ya da sopayla gerçekleştirilecek bir ‘Restorasyon’ döneminin yolunu rahatça açabilir. Böyle olursa da iyi haber ise bence şudur; eskiden ‘Demirperde Bloğu’ denilen sosyalist yönetimli yani kapalı rejimlerin hüküm sürdüğü düzenlerin baskısından 1990’lı yılarda kurtulmaya başlayan emperyalist veya kapitalist sistemler, sadece iktisadi yönden değil aynı zamanda ideolojik ve kültürel hatta insani olan hemen her şeyden ve dolayısıyla kendi yaşadığı krizlerden, bugün itibarıyla bakıldığında dönüşü çok zor olan hatta dönüşü olmayan bir noktaya gelmiştir. Bu vahim durumun, Türkiye dahil dünyanın her yerinde farklı kimliklerin ve bileşenlerin zaman içinde sınıfsal olarak ayrışmasına yol açmasından dolayı eğer bizlerde varsayalım o türde bir düzenden yana isek, (bu arada önemle belirteyim ben kişisel olarak; kesinlikle o türden bir düzenden yana kesinlikle değilim!) bazıları veya kimilerinin açısından bakıldığında sonuç kesin ve olumlu sayılabilir. Ama önemle belirtmem gerekir ki, her iki durum da farklı örgütlenme modelleri ve stratejiler mutlaka gerektirmektedir. Kanımca bunlardan birincisi, cephe siyasetini, ikincisi ise öncü parti ve sınıf siyasetini benimsemeyi ve uygulamayı gerektirmektedir..