YENİ SİSTEME UYUMLU İKTİDAR YARIŞI

Çok değil henüz dört yıl önce 2017 yılında ‘Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne geçişin oylandığı ‘Halkoylaması’ ile ülke siyaseti yeni bir düzene, dolayısıyla sisteme geçmiş oldu. Mühürsüz oy pusulalarının YSK tarafından geçerli sayılması kararıyla ‘kuşkulu ve şaibeli’ de olsa ‘Türkiye’nin Siyasal Düzeni’ değişmiş oldu. Yani ‘Atı Alan Üsküdar’ı geçti!.’

 Şimdilerde ise eski sisteme bir tür dönüşü sağlamayı amaçlayan “Parlamenter Sistem’e” tekrardan dönüşün yolu açmaya yönelik ‘Altılı Masa’ etrafında CHP’nin önderliğinde toplanan muhalefet partilerinin “Güçlendirilmiş Parlamenter Sisteme Dönüş amaçlı” arayış ve çalışmaları olsa da dört yıl önce zoraki de olsa geçişi sağlanan ‘Cumhurbaşkanlığı hükümet Sistemi’ ile birlikte ülkemizde siyasal yaşam, belki de ister istemez, yani kaçınılmaz olarak, “Başkanlık Sistemi” odaklı, iki kutuplu, dar ve verimsiz bir alana dönüşüverdi.. Siyasal partiler ve oralarda siyaset yapan siyasetçiler belki de farkında olmadan, ya da pek istemeyerek ama gönülsüz de olsa kendi özgün siyasal kimliklerini büyük ölçüde yitirmiş durumda yeni siyasal sistemin armağanı(!) olan ‘İttifaklar’ içinde erimeye başladılar. Oysa toplum olarak bu ucube, son derece verimsiz ve çorak görünen bu siyasal ortamın getirdiği düzeni hiç de hak etmediğini düşünüyorum. Çünkü ta 1876’da ilan edilen Birinci Meşrutiyet’ten beri yaklaşık 150 yıllık köklü parlamenter demokrasi birikimimizin bir gereği olarak Meclis egemenliğine dayalı, parlamenter demokrasiyi esas alan, siyasal partilerin program ve eylemleri etrafında şekillenen bir siyaset yapma tarzımız vardı, öteden beriye.. 

En zor dönemlerde bile bu ülke çok partili, çok sesli bir Meclis’e ve o Meclis’in içerisinden çıkan bir hükümete sahip olmasını becerebilmiş, başarabilmişti. Çoğulcu demokratik siyasal düzenlerde ‘ya hep ya hiç’ ya da ‘benden sonra tufan’ gibi tek adamcı, tek partici yani toptancı, totaliter anlayışlara yakın siyasal geçmişimize kadar asla yer yoktu. Cumhuriyet döneminde tek parti ve çok partili sistem süreçlerinde dahi (darbe dönemleri hariç) kurulan hükümetlerin çoğu Meclis’ten güvenoyu almış, bazıları koalisyon hükümetleri olmak üzere hemen tüm hükümetler yüce Meclis’in oyu, onayıyla kurulmuş hükümetlerdi. Türk demokrasisi aslına bakarsanız bence ‘kendi bünyesindeki eksikliklerin de farkında olduğundan’ bir tür uzlaşma kültürüyle bu türden demokratik olgunluğa erişmiş ve bunu içselleştirmeyi başarabilmişti.

Yaşı benim gibi 50’nin üzerinde olan çok iyi anımsayacaklardır, 3 Kasım 2002 seçimleri sonucunda yalnızca iki parti Meclis’te temsil edilemeye hak kazanabilmişti. O seçimde halkın neredeyse yarısının iradesi Meclis’e yansımadı. 12 Eylül 1980 Darbesinin ürünü olan yüzde 10 seçim barajı daha önceki seçimlerde de uygulanıyordu ancak ilk kez bu denli dramatik bir temsilde adaletsizlik sorunuyla yüz yüze kalınmıştı. Öngörülemeyen bu ‘SÜRPRİZ’ sonuç, o günkü siyasal ortamda, Meclis’teki bu iki parti için de oldukça konforlu bir alan oluşturmuş oldu. Her iki parti de bu konforlu alanda siyaset yapmayı, Meclis’te elbirliğiyle yasalar çıkarmayı kendilerine görev edindiler. CHP, ana muhalefet partisi olarak, parlamento dışında kalan partiler adına da muhalefet yapacağını, onların Meclis’teki sesi olacağını ilan ederken çok mutlu ve gururluydu(!) O dönemdeki konforlu uyumun belki de tek istisnası 2003’teki 1 Mart tezkeresi oldu. Bugün dikkatlice bakıldığında ve doğru yorumlandığında 3 Kasım 2002’deki seçimlerin sonucuyla oluşan iki partili konforlu siyasal düzenin çok daha fazlası bugün başkanlık sistemiyle elde edilmiş durumdadır. Oldukça kritik bir seçime yani Haziran 2023 seçimlerine artık sayılı günler var. Bu ‘ucube siyasal sistemden’ bence kurtulmanın yolu ‘muhafazakâr demokratlıktan’ ‘devrimci muhafazakârlığa’ terfi ettiğini iddia eden ‘GAYET GÜÇLÜ GÖRÜNEN’ bir muhafazakar adayın karşısına ‘KAZANABİLECEKMİŞ’ gibi görünen başka bir ‘Muhafazakar Aday’ çıkarmak olmaz, olamaz, olmamalıdır!.

Bu türden saçma, sapan, bir yol ve yöntem 2014 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde ‘Ekmeleddin İhsanoğlu’ ile daha önce denenmiş ve yine anımsayacaksınız, ‘DAHA GÜÇLÜ’ olan kazanıvermişti. Ayrıca önemle anımsatmak isterim ki; Cumhuriyetin kurucu kadroları, yüzyıllar süren son derece ‘Tahassup Dolu Muhafazakârlık’ girdabından tavizler vererek değil, halkı bilinçlendirerek, çağdaş uygarlık yolunda birbiri ardına devrimler yaparak çıkabilmişlerdir..

Kanaatim ve inancım odur ki; Bu ‘UCUBE’ sistemden kurtulmanın yolu, bence sürekli kendini tekrar etmekten başka bir şey yapmayan, ama çok şey yapacakmış gibi görünmeye çalışan, ‘özgüveni tavan yapmış’ dik duruşu ve dürüstlüğünden başka bir özelliği pek belli olmayan, kimilerinin hep söylediği gibi, ‘parti tabanından desteği bile tam oluşmayan bir adayla’ seçime girmek mi, daha doğru olacaktır?.

İster, istemez!’ bu ve buna benzer soruları sormak durumundayım. Aslında bu yol da denenmiştir. Anımsayacaksınız, 2018’de Muharrem İnce’ye ‘Adam kazandı!’ Dedirtmiştir!.

Yahu Allah aşkına, düşünün bir kere; Sürekli olarak hep ‘ÇIK KARŞIMA’ diyerek de seçim kazanılabilir mi, bence kazanılmaz. Seçim, ekranlarda tartışma programlarında karşılıklı atışmalarla da kazanılmaz. Benim bildiğim siyaset; Geniş kitlelerle kucaklaşarak, halkla ve parti örgütleriyle bütünleşerek yapılır. 2019’daki İstanbul seçimleri bu anlatmaya çalıştığıma en iyi örnektir, kanısındayım. Şimdi yine söyleyin bakalım, yanlış mı konuşuyorum, yazıyorum, anlatıyorum?..