ÜNİVERSİTE SINAVI VE MÜFETTİŞ
“Okumayı bilirseniz acı, en iyi
öğretmendir.”
1978 yılı… Nevşehir’in Kozaklı ilçesine bağlı, çok güzel bir Orta Anadolu kasabasında, Karahasanlı’da, görev yapıyorum. Kozaklı ilçesi Nevşehir iline bağlı olmasına rağmen Kırşehir'e daha yakın. Ulaşım yönünden de Kayseri'yle bağları daha kolay. İdari ve resmi işlerini Nevşehir'den yapmalarından öte orasıyla fazla bir bağlantıları yok. Bütün ihtiyaçlarını, alışverişlerini her şeylerini Kayseri'den yapıyor, oradan karşılıyorlar. Kasabanın 2-3 bin kadar nüfusu var. Düz bir ovada etrafı verimli topraklarla çevrili, halkının çoğunluğu tarımla ve hayvancılıkla geçiniyor. Ova ve tarlalarda en fazla buğday ekilmekte, üzüm ve kavun yetiştirilmektedir, gurbetçisi de çok olup bilhassa Almanya'da işçi olarak çalışanlar da bulunmaktaydı.
Sağlık ocağı kasabanın tam ortasındaydı. Ben sağlık memuru, eşim ebe, yeni tayin bir hemşire, bir yaşlı sekreterimiz bir şoför ve bir hizmetli görev yapıyorduk. Bulunduğumuz kasaba Nevşehir'e çok uzak olduğu için gelip ziyaret eden veya kontrol eden pek fazla olmuyordu. Hatta orada görev yaptığım dört yıl boyunca sadece bir kez İl Sağlık Müdürü ocağımızı ziyaret etmişti. Bir defa da müfettiş gelmişti.
Üniversite sınavı için Ankara'ya gidecektim. O zamanlar bu sınav şimdiki gibi her ilde yapılamıyordu. Lise fark derslerini vererek lise diploması almış, üniversite sınavına girmeye hak kazanmıştım. Bütün amacım bir yüksekokul bitirmekti. Sınav pazar günüydü ama ben biraz Ankara'yı gezmek istediğim için cuma günü öğleden sonra gitmek istiyordum. Sabah erkenden daireye uğradım ve o günlük izinli sayılmam için bir dilekçe yazdım ve masanın üzerine bıraktım. Sağlık Ocağı’nda doktor olmadığı için dilekçeme bir işlem yapılmadı. Yaşlı, tecrübeli, güngörmüş, emektar sekreterimiz Kazım Efendi beni uyardı:
"Aslan Bey, sen ocağımızda doktor yok diye böyle bir dilekçe yazarak, hiçbir işlem yapmadan il dışına çıkma, ne olur ne olmaz! Bakarsın bir terslik olur, sen yokken birileri gelir, izinsiz görev yerini terk edip il dışına çıktığın için hakkında işlem yaparlar. Sen en iyisi bu dilekçeyi al, Kozaklı'ya git. Ya oradaki doktora tasdik ettir veya Kaymakam Bey'den izin al, öyle Ankara'ya git." diyerek uyardı ama ben gençliğin verdiği tecrübesizlikle veya nasıl olsa burası uzak kimse gelmez, düşüncesiyle aldırmadım ve Kazım Efendi'ye:
"Aman Kazım Ağabey, bunca zamandır buradayım. Görüyorsun ne gelen var, ne giden! Ben tam bir günlüğüne gideceğim, buraya kim gelecek ki?" diyerek sağlık ocağından ayrılıp trenin geçtiği yakındaki kasaba Sarıkent'e gittim ve oradan da trenle Ankara'ya hareket ettim. O gün akşam Ankara'ya geldim. Cumartesi günü de Ankara'yı iyice gezdikten sonra pazar günü üniversite sınavına girdim ve aynı gün akşamleyin kasabaya döndüm.
Eve vardığımda hanım çok heyecanlıydı. Daha ben ne olduğunu sormadan anlatmaya başladı.
Benim o gün öğleden sonra sağlık ocağından ayrılmamdan sonra olacak bu ya, Sağlık Bakanlığı'ndan müfettiş gelmiş. Ocakta doktor olmadığı için hemşire hanım da acemi olduğundan ne yapacağını şaşırmış. Müfettiş sağlık ocağını dolaşmış, sekreter Kazım Efendi'ye bazı sorular sormuş, sonra da ocaktan ayrılmış, ayrılırken de Hemşire Hanım'a pazartesi günü Kozaklı'da olacağını ve benimle beraber Kozaklı'ya gelmemizi söylemiş. Eşimi ve Hemşire Hanım'ı almış bir telaş, bir üzüntü, bayağı korkmuşlar. Açıkçası ben de biraz korktum ve tedirgin oldum. Akşamdan sabaha kadar müfettişin yanına gidince bana nasıl davranacağını, bana nasıl kızacağını ve bana ne ceza verebileceğini düşündüm durdum, sabahı zor ettim. Sabahleyin daha erkenden Sağlık Ocağı’na varmadan yan lojmanda kalan Hemşire Hanım kapımızı çaldı ve telaşlı ağlamaklı bir şekilde durumu bir de o anlattı, sonra ne olacak Aslan Bey halimiz diye dertlenmeye başladı. Onu teselli etmek bana kaldı.
"Sen niye üzülüyorsun ki Sündüs Ha-nım? Suçlu olan benim, gidelim bugün müfettişin yanına, bizi asacak kesecek değil herhalde, bakalım ne diyecek! Sen rahat ol!” diyerek onu teselli ettim. Sonra sağlık ocağına varınca Kazım Efendi'yle durumu etraflıca tartıştık. Devlet memurları kanunu ve sağlık ocağı yönetimi kitabından durum değerlendirmesi yaptıktan sonra bana izinsiz işyerini terk ettiğim için bir savunma veya bir ikaz, kınama ya da bir günlük yevmiye kesme cezası veya müfettişin iyi niyetinden olursa bir uyarı geleceğine kanaat getirdik.
Biz Hemşire Hanım'la Kozaklı'ya, doğru müfettişin teftiş yapıp kaldığı sağlık merkezine gittik. Müfettiş oranın teftişini bitirmiş, odasında dinlenip kahvesini içiyormuş. Biz kapısına yaklaşınca bizim hemşire hanım yine heyecandan korkmaya başladı, ben ona korkmamasını söyleyip kapıyı çaldım. Yavaşça ve korkarak içeri süzüldük. Adam başını kaldırıp bizi görünce Hemşire Hanım'ı hemen tanıdı ve bize oturmamız için işaret etti. Önünde bulunan bir evrakı inceliyor, hem de kahvesini içiyordu.
Müfettiş 50 yaşlarında biraz şişmanca, saçları biraz dökülmüş ve kırlaşmış, babacan bir adama benziyordu. Bizi ayakta bekletmeyip oturmamız için işaret etmesi bendeki korkuyu biraz azalttı, bana az da olsa bir güven hissi verdi. Biz Hemşire Hanım'la koltuklara emanet gibi oturup onun evrakları imzalamasını bekledik. Neyse ki fazla beklemedik ve müfettiş önündeki evrakları imzalamayı bitirdikten sonra başını kaldırdı beni ve Hemşire Hanım'ı süzdükten sonra nihayet beni sorgulama faslına başladı. Ama daha sorgulama başlamadan benim adama karşı o ilk anlardaki korkum kalmamış, biraz rahatlar gibi olmuştum.
Müfettişin ilk sorusu "Neden Anka-ra'ya gittin evladım?" diye oldu. "Sınava gittim efendim!" diye cevap verdim. A-damın hoşuna gitmişti, ilgilendi sormaya devam etti "Ne sınavı evladım, anlama-dım?" "Üniversite sınavı efendim." Yerinden kalktı, dolaşmaya başladı, tam karşımda durdu sormaya devam etti.
"Demek üniversite sınavına girdin evladım, çok güzel! Peki, nasıl geçti sınavın?"
"İyi, güzel geçti efendim, fena değildi."
"Peki, neden böyle bir sınava girmeye niyetlendin ki?"
"Eğer iyi bir puan alırsam bir yüksekokul daha bitirmek ve yükselmek istiyorum efendim."
"Çok güzel evladım ama neden izinsiz görev yerini terk ettin, neden kimseden izin almadın, öyle boş bir izin kâğıdını iki satır yazarak bırakıp gidiyorsun, yaptığının yanlış olduğunu bilmiyor musun?"
"Biliyorum efendim ama ne bileyim işte, düşünemedim aceleye geldi, gençlik toyluk. Bir hata yaptık, kusurumu affedin efendim." diyerek boynumu büküp beklemeye başladım.
Adam bir süre konuşmadı, sonra geçip yerine oturdu, arkasına yaslandı, ağır ağır konuşmaya başladı: "Bak evladım öncelikle okumak istemene mesleğinde yükselmek istemene çok sevindim, umarım iyi bir puan alır, güzel bir yüksekokulu kazanırsın. Bu isteğine saygı duyuyor, seni tebrik ediyorum ama bir de işin diğer yanı var: Sen şu anda bir devlet memurusun, senin sorumlulukların var. İzinsiz görev yerini terk etmek, belediye sınırları dışına çıkmak ve il dışında bulunmak suçtur, öncelikle bunu bilmen lazım değil mi? Bir gün önceden gider, en azından kaymakamdan bir gün mazeret izni alabilirdin. Böyle hiçbir resmi izin almadan görev yerini terk edip gidince yollarda, Allah göstermesin, başına bir kaza, bir şey gelse sorumluluk kimin olacak?"
"Çok haklısınız efendim." diye başımı salladım. O yine nasihat eder gibi konuşmasına devam etti.
"Bak evladım, okumak istediğin için gitmene, sınava girmene sevindim. Başka şey için görev yerini terk etseydin sana ceza verebilirdim ama bu defa seni affediyorum ama bir daha ne için olursa olsun izinsiz sakın görev yerini terk etme, hem zaten her zaman senin karşına benim gibi iyi niyetli, hoşgörülü kimseler çıkmayabilir, ona göre tedbirini alırsın oldu mu evladım? Şimdi Hemşire Hanımı da al, doğru görev yerine gidebilirsin."
Yerimden kalktım masaya doğru yaklaştım tam önünde durdum, o da ayağa kalkmıştı, mahcup ama sevinçli bir şekilde yaklaştım:
"Çok teşekkür ederim efendim, bu iyiliğinizi ve nasihatinizi hiç unutmayacağım." diyerek ellerine sarıldım, öpmek istedim ama o elini geri çekerek öptürmedi.
Ondan sonraki 30 yılık devlet memurluğu görevimde gerçekten de izinsiz görev yerimi hiçbir zaman terk etmedim.
Yorum yapın