"Yine mi aynı başlık, yine mi aynı yazı!" dediğinizi duyar gibiyim. Hatta duydum bile…

Ama ne olursunuz, bugünkü yazımı sabırla vakit ayırarak baştan sona lütfen okuyun…

‘Zaruret hasıl olduğunda’ ve de ‘gördüğüm lüzum üzerine’ bugün olduğu gibi bazen de sıkça biçimde yakın geçmişte bu sütunlarda yayımlanan bazı yazılarımı güncelleyerek tekrar sizlere sunuyorum. Bugünkü yazımda öyle bir yazı işte!

Son 8-9 yıllık zaman dilimi içerisinde bu sütunlarda ama farklı gazetelerde benzer başlık ve içerikte yayımlanan yazılarımda gerçekten de ‘suya sabuna pek dokunmadan ama üstü kapalı ima yoluyla’ bir kısmı da ‘adrese teslim ibretlik konuları kapsayan’ mesajlarımın bulunduğu yazılarımı sizlerle paylaşmıştım. Öncelikle şunu hususu bilhassa belirtmekte yarar görüyorum. Yakın zamana kadar düşüncem şuydu; benim gibi doğma büyüme 58 yıldır Balıkesirli olan 36 yıla erişen bir süredir ‘gazetecilik’ yapan, üstelik ‘zaruret hasıl olduğunda’ en azından bir süre ve de bazen ‘suya sabuna dokunmadan’ yazabilme gereksinimini ‘manevi baskı’ olarak üzerinizde yoğun biçimde hisseden bendeniz, yani bu satırların yazarı Zikri Evner; elbette kafasını iki elinin arasına alıp saatlerce ve hatta günlerce benim gibi düşünmek zorunda kalabiliyordu. O yüzden çoğu kez dönüp arkama baktığımda, meslek yaşamımda o kadar çok şeyi tekrarlamak zorunda kaldığımı dolayısıyla yazmak zorunda olduğumu anımsıyorum ve kendimce hayıflanıyorum. Ancak aslına bakarsanız, o tekrarlar, aynı zamanda ‘yaşamın devinim ve dönüşümünde yaşanan tekrarlar değil midir, zaman değişse de bazen yaşananların değişmediğine hep aynı kaldığına şaşkınlıkla tanıklık etmiyor muyuz’ acaba? diye de düşünmekten kendimi bir türlü alamıyorum.

Yaşanan sorunların yıllar geçince değişse bile, o sorunların yerine yenilerinin geldiğini, eklendiğini, daha da büyüdüğünü, devasa boyutlara geldiğini, dolayısıyla da o sorunlar yumağından bir türlü kurtulamadığımızı, o sorunların maalesef kaderimizin ayrılmaz parçaları haline geldiğini görüyor ve yaşıyoruz. Elbette ifade ettiklerimden dolayı ‘karamsar bir ruh hali’ içinde hiçbir sorunun çözülemediği sonucu çıkartılmamalıdır. Sorunlara çözümler bulunmuş ama tümden ve kalıcı olarak o sorunların çoğu maalesef çözülememiştir. Bir başka deyişle ifade etmek gerekirse ‘bir yeri yamarken başka bir yer yırtılırsa haliyle yaptığınız yamayı kimseler görmez!’ Şeklindeki özdeyiş yerli yerine tam oturmaktadır. Doğduğumuz, büyüdüğümüz, yaşadığımız diyar, Balıkesir’de öyle bir yer ki, maalesef! Bir türlü bu memlekette ‘Ne yama tutuyor ne de yırtık bitiyor!..’

Bu ahval ve şerait içinde Balıkesir’de her daim her ne şart içinde olursak olalım, ‘suya sabuna dokunmadan yazan gazeteci mi olmak lazımdır, sorarım sizlere!’

Makbulüne binaen konuşuyor, yazıyorum, kimse üzerine alıp da yanlış anlamasın! Ya da anlarsa anlasın, üzerine alınsın. Bu saatten sonra umurumda değil artık, topunun türbesinin çeşmesine kadar yolu var, sizin anlayacağınız!

Gerçi şimdiye kadar Balıkesir’de hiçbir kimse karşıma çıkıp da açıkça ‘sen bunu nasıl yazarsın, senin haddine mi düşmüş, sana ne, sen kimsin?’ gibi sözlerle en azımdan yüzüme karşı herhangi bir çıkışta bulunmadı, aleni biçimde tepki gösteremedi. Dolaylı biçimde aracılar vasıtasıyla, arkamdan gizlice bazen kalleşçe ve sinsice böyle yapanlar olduysa pek bilemem ama en azından bugüne kadar ve şimdilik durum budur!..

Balıkesir’de bazı gazetelerin ve gazetecilerin ‘yağcılık ve eyyamcılık’ içinde davrandıklarına bakıp, aldanmayın, kanmayın! Onların kısa vadeli hatta ‘günübirlik gayet sığ hesaplarla suya sabuna dokunmadan yazmaları dolayısıyla nemalanmaları sakın sizleri yanıltmasın!’ Belki kısa, belki de uzun vadede ama mutlaka, onların ve onlar gibilerinin arkasından nasıl teneke çaldıklarını hep birlikte görüp, ibretle izleyeceğiz, İnşallah!..

O nedenle bazen zaruret hasıl olduğunda, ama yine de fincanlı katırlarını ürküteceğinden en azından ‘şimdilik kaydıyla’ yazmamam gerektiğinde, yani ‘suya sabuna dokunmadan’ yazmak gerektiğinde ‘ne yazayım o zaman’ diye düşündüğümde ‘ne yazacağımı eğer sizlere soracak olursam’ ne dersiniz, bana ‘ne yapmam ne yazmam gerektiğine önerileri getirebilir misiniz?’ Diye yine de sormak isterim…

Şakası, ironisi bir yana, aslına bakarsanız, birileri hep derler ya; Sen de ben de hepimiz aynı gemideyiz, sen ocu, ben de bucu olsam ne yazar, gemi battığında, ikimizde boğuluruz, birimiz kurtulmaz ki!’ demiyorlar mı, diyorlar elbette...

Böyle diyenlere karşılık ben de onlara şu yanıtı veriyorum; Gemi su alırken, ben ve benim gibiler ne olacak halimiz derken, sen havaya bakıp sürekli olarak iyimser biçimde gülümser, söylediklerimi işitmez, tepki vermez, bir biçimde yaşayıp gidersen, ne olur, yaptığın ne kadar doğru olur, uyarılarıma kulak asmadığın için ikimizde cumburlop suyun dibini boylarız, öyle değil mi?..

O halde ‘batan geminin malları mı olmak lazım’ yoksa ‘delikleri tıkamak için gayretle çalışmak mı gerekir?’ Kimse yanlış anlamasın, bugün ‘suya sabuna dokunmadan’ nasıl ve neler yazılabilir, üzerine bir şeyler yazmaya çalıştım. Ya da belki de kimileriniz, ‘suya sabuna dokunmadan’ yazmak demeyebilir de öyle kör, sağır, dilsiz, etkisiz, tepkisiz olmaktansa ‘Allah canımızı alsın daha iyi değil mi?’ diye düşünebilir!..

O mantıktan hareket edildiğinde ise ölüler gibi yaşamaktansa dosdoğru ölmek daha doğru olmaz mı?’ sorusu belki aklınıza gelebilir!

Neyse yazımın başından beri suya sabuna dokunmamaya çalıştım ama yine olmadı’ sanırım! Aslına bakarsanız ‘su da sabun da iyidir, çünkü onlar sayesinde temizlenir kirler, pisler, pasaklar!..’

Bugünkü yazımın başında da belirttiğim gibi 'artık suya sabuna dokunmadan yazmak mümkün görünmemektedir!..'