SOSYAL DEMOKRAT İLE KOMÜNİST AYNI MIDIR?

Komünizm kuramını ayrıntılı ve sistematik bir biçimde ilk defa geliştiren düşünür Karl Marks’tır. Marks, 1800’lü yılların son çeyreğinde başlayan Sanayi Devrimi’yle birlikte ortaya çıkan kapitalizmde, üretim araçlarının mülkiyetine sahip sınıfın, üretici işçi sınıfını sömürdüğünü ve sömürüye dayalı bu sınıflı toplum düzeninin kaçınılmaz olarak yıkılacağını ileri sürmüştür. 

Çünkü Marks, sömürüye dayalı sınıflı toplum düzenlerinin sürdürülebilir olmadığını, kapitalizmin tarihsel ekonomik koşulların zorunlu bir sonucu olarak, sosyalizme ve komünizme yol açacağını savunmuştur. Marks’a göre sosyalizm ve komünizm, kapitalizmin aksine, sınıfların ve sömürünün var olmadığı, emekçilerin emeklerine, ürettiklerine ve kendilerine yönelik bir yabancılaşma yaşamadıkları bir toplum düzenidir. Ancak 20. yüzyılda Marks’tan esinlenerek Rusya’da, Çin’de, Küba’da, Kuzey Kore’de, Vietnam’da gerçekleşen siyasal devrimler, kanımca Sanayi Devrimi’ni yaşamadan sosyalizme ve komünizme geçmeye çalışmanın çürük örnekleridir. Bu ülkeler Marks’ın öngördüğü biçimde kapitalizmden komünizme değil, feodalizmden “komünizme” geçtiler. Rusya’da çarlık, Çin’de hanedanlık, Kore’de ve Vietnam’da sömürgecilik, Küba’da diktatörlük düzenlerinin bu devrimler sayesinde yıkılması nedeniyle bu devrimler ilericidir, denilebilir. Ancak söz konusu ülkelerde sosyalizme ve komünizme geçiş süreci, Marks’ın öngördüğü biçimde gerçekleşmedi. Marks sosyalist-komünist düzene, Britanya, ABD, Hollanda, Belçika, Fransa, Almanya gibi sanayileşme sürecine giren ülkelerde geçileceğini savunuyordu. Sosyalist-komünist olduğunu iddia eden ülkelerde, toplumcu bir çerçevede, eğitim, sağlık, kültür, sanat, bilim, teknoloji gibi alanlarda önemli gelişmeler gerçekleştirilmiş olsa da Marks’ın sözünü ettiği sömürüsüz, sınıfsız ve yabancılaşmamış bir toplum modeli de hiçbir zaman sağlanamadı. Aynı durum Doğu Avrupa’daki eski Varşova Paktı üyesi ülkeler için de geçerlidir. Sosyalist-komünist olmak iddiasındaki bu ülkelerde üretim araçları özel mülkiyet statüsünde olmadığı için, tüm üretim araçları devletin kontrolünde olduğu için, sermaye sınıfının emekçi sınıfı sömürmesi söz konusu değildi. Ancak bu ülkelerde, devleti yöneten bürokrasi sınıfı ile emekçi sınıf arasında bir çelişki oluşmuştu ve bu anlamda yine sömürüye dayalı sınıflı bir toplum düzeni vardı. Bu ülkelerde emekçi sınıf, ekonomik açıdan ezilen sınıf statüsündeydi. Oysa Marks’a göre sosyalizm ve komünizm, emekçi sınıfı fakirliğe mahkûm eden, emekçi sınıfın emeğine, ürettiklerine ve kendisine yabancılaşmasına yol açan, bireyin toplumcu bir bilinçle kendisini gerçekleştirmesine engel olan bir düzen olamazdı. Sınıfları ortadan kaldırmak yerine, sınıfların arasındaki uçurumu asgari düzeye çekmeyi hedefleyen, bunu da özel sektöre alternatif güçlü bir kamu sektörü oluşturup, sendikal hareketleri güçlendirerek, daha çok kazanandan daha çok vergi alıp, herkese ücretsiz ve nitelikli eğitim ve sağlık hizmeti sunarak sağlayan sosyal demokrasi, yakın geçmişten bugüne değin özellikle Avrupa’da çoğu ülkelerde başarıyla uygulanmış bir modeldir. 1960’lı, 1970’li ve 1980’li yıllarda Almanya, Fransa, Hollanda, Belçika, İsveç, Danimarka, Norveç ve Finlandiya gibi ülkelerde sosyal demokrat, demokratik solcu ve demokratik sosyalist partilerin iktidarda olduğu dönemlerde kurulan sistem sayesinde, bu ülkelerdeki emekçi sınıfı, Sovyetlerdeki, Çin’deki, Küba’daki, Vietnam’daki, Kuzey Kore’deki ve eski Varşova Paktı ülkelerindeki emekçi sınıftan daha iyi ekonomik ve sosyal koşullara sahip olabilmişti..

Sosyal demokrasi, Marks’ın sözünü ettiği ‘sosyalist-komünist’ model gibi ideal bir model olmasa da bugüne kadar uygulanabilir olduğunu kanıtlamış en adil modeldir. Bugün için sosyal demokrasiye ihanet eden sahte sosyal demokratlar üzerinden genellemeler yapmak; şabloncu bir yaklaşımla, sosyal demokratları kategorik olarak emperyalizme ve kapitalizme hizmet etmekle suçlamak; kendi başarısızlıklarının faturasını sosyal demokrasiye çıkararak sorumluluktan kaçmak; sosyal demokratların da dünyanın dört bir yanında faşizm karşısında bedel ödediğini görmezden gelmek; monarşiyi, teokrasiyi ve feodalizmi yıkarak devrim yapan Atatürk’ün kurduğu parti CHP’yi küçümsemek; bugüne kadar Türkiye’de ‘sosyalist-komünist’ devrimi gerçekleştirmeyi başaramamış olan sosyalistlere ve komünistlere saygınlık kazandırmaz, diye düşündüğümü özellikle ve de vurgulayarak belirtmek isterim..