KÖYLERE DÖNÜŞ BAŞLIYOR

Öyle beş yabancı dille eğitim veren kolejlerde özel okullarda değil, köy ilkokulunda okudum manevi temelimiz sağlam. Daha birinci sınıfa andımızı ezberlemekle başladık eğitim hayatımıza. Her geçen gün ezberden öte yaşam biçimimiz haline geldi. 
 
Alfabeden, rakamlardan önce Atatürk ve memleket sevdasını aşıladılar bize. ”ağaç yaşken eğilir” misali çocukluk günlerimizde sevdalandık atamıza bayrağımıza ve ülkemize.
 
Köy dediğime bakmayın aslında ekonomisiyle dev bir şehir. En az yüz hane var. Şimdiki ilçelere taş çıkarır. Muhtarın değeri, sözü, duruşu şimdilerin bakanlarında yok.
 
Her hanenin ektiği biçtiği tarlası, onlarca hayvanı, yüzlerce meyve ağacı vardı. “Kimseye muhtaç olmadan yaşamak” deyimini çocukluğumuzda birebir yaşadık. 
 
Ekmek kaygımız hiç olmadı bizim buğdayımız, arpamız, mısırımız, çavdarımız ambarlarda Karadeniz tabiriyle “çöten” hınca hınç dolu olurdu. Tüm sene yeter atardı bile. 
 
Sebzeyi meyveyi satın almakta ne? Canımız domates mi çekti? Git tarlaya topla. Canımız salatalık soğan patlıcan mı çekti git tarlaya dalından taze taze kopar. 
 
Şehir hayatında herkesin hayali olan müstakil evlerimiz vardı. Öyle 300-500 metre kare de değil en az 20-30 dönüm bahçe içine konuşlandırılmış. 
 
Hayvanları dost edinmeyi de çocukluğumuzda öğrendik. “Hayvan” kelimesi şehir hayatında dolandı dilimize. İneğimizin adı sarı kızdı, tavuğumuz Püsküllü, köpeğimiz Karabaş, kedimiz Nazlı. Hepsi bizim aile fertlerimizdi. Sonradan öğrendik inek, tavuk, köpek ve kedi denildiğini. 
 
Ninelerimiz bildiğiniz hekimdi hatta şimdilerin ordinaryüsü. Dağ yamaçlarından topladıkları yapraklarla yaralarımızı sarar iyileştirirdi. Kırıklarımıza özel çamurdan alçıları vardı. Öksürdüğümüzde sarı kızın sütünü bahçenin bir kenarında duran bal peteklerinden süzdüğü bal ile karıştırır burnunuzu tutar dayarlardı ağzımıza. 
 
Köy düğünlerimiz dillere destandı. 3 gün 3 gece davul zurna düğün yapılır ve tüm yıl konuşulurdu. Cenaze olsa 40 gün herkes yas tutardı. Askere giden geçenlerimizi omuzlarımızda şehre kadar indirip otobüse atıp davul zurna eşliğinde uğurlardık. Vefa vardı mutluluk vardı en önemlisi huzur vardı. Ama geçim diye bir dert yoktu. 
 
Yaz geldiğinde tüm köy, hayvanları rahat etsin diye gittiği yaylarımıza veda ettirdiler. Gülü çemeni kör betonlara değiştirdiler. Bizi ürettiğimiz, kendi kendimize yettiğimiz köyümüzden alıp “ücretli köleliğe” şehirlere mahkum ettiler. Büyük büyüklüğünü küçük küçüklüğünü bilirken Y-Z diye kuşaklara ayırdılar. 
 
Yavaş yavaş bizi şehirleşmeye mecbur bıraktılar. Sabahın ayazında gür sesimizle andımızı okuduğumuz okulumuzu kapattılar. Kendileri de biliyordu “eğitim her şeydi” sonra köy sağlık ocağını. Sadece bir cami bıraktılar. Birbir  değerlerimizi temelinden yok ettiler. 
 
Edendim neymiş; köye dönüş projesi başlıyormuş. Yeniden okullar açılacakmış sağlık ocakları kurulacakmış çiftçi desteklenecekmiş. Cumhuriyetin ilk yıllarında olduğu gibi ekonomik kalkınma yeniden köylerden başlayacakmış. 
 
Yıkmak kolay inşa etmek zor. Evet! Yeniden köyüne dönen olabilir yeniden içimizde utke kalan köy hayatını devam ettirmek isteyen olabilir. Bazılarımız için bu bir kurtuluş reçetesi de olabilir. Fakaaat! Sen bana şunu anlatsana; yine o köy okulunun kapısında bağıra bağıra andımızı okuya bilecek miyiz? 3 gün davul zurna düğün yapabilecek miyiz? Bir cenaze olduğunda 40 gün yas tutabilecek miyiz? 
 
Köye dönmek mesele değil azizim! Sahi bizlerden çaldığınız maneviyatımızı, birbir   yok ettiğiniz değerlerimizi geriverebilecek misiniz? Siz önce ondan haber verin. 
Sağlıcakla…
Damga gazetesinden alıntıdır.