Benim elli dokuz yıllık ömrümde çok eski değil ama yirmi, yirmi bir yıl önce yani 2000’li yılların hemen başında, partisi yeni kurulmuş ve hemen bir yıl sonra da iktidar olmuş ama kendisi siyasette daha eski olan geçmişe sahip ‘zarif bir beyefendi olan siyasetçi’ bana baş başa yaptığımız bir sohbet esnasında aramızdaki samimiyetin cüretkarlığıyla ‘Sen onu bunu bırak da safları bir an evvel sıklaştıralım Zikri. Buna mecburuz çünkü. Şunu da bunu da onu da saflarımıza katalım, bizden yana yapalım. Bunu sağlamak için şimdi ne gerekiyorsa verelim, sonra zamanı geldiğinde onlardan alacağımızı alırız, istediğimizi yaptırır, işimizi her daim gördürmüş oluruz“ demişti bana cüretkar ve de kibirli bir edayla...
Ben de o zaman o beyefendi siyasetçiye “Bu söylediğiniz iş, bana göre bir iş değil, eğer gerçekten safları sıklaştırmak zamanı geldiğinde kullanmak üzere birilerini yandaşınız haline getirmek istiyorsanız, hiç kusura bakmayın, ben buna aracılık edemem. Çok ısrar ediyorsanız, ben sadece saflarınıza katmak istediğiniz bizim camiadan o birilerinin sizinle görüşmesini sağlarım o kadar. O da sizin o güzel(!) hatırınıza olur. Görüşmeyi siz bizzat yapar, teklifinizi sunarsınız. Kabul edip etmemek onlara kalmış, ben işin orasına karışmam, karışamam. Çünkü o benim işim değil!” yanıtını vermiştim.
O zaman o beyefendi siyasetçi de bana birazda kızmış biçimde şunu söylemişti; “Zikri sen benim danışmanım değil misin? O benim işim değil, demek ne demek, danışman dediğin böyle durumlarda işe yarar. Ama tamam senin dediğin gibi olsun, sen o adamları bana getir, gerisini ben hallederim. Tek tek bizzat görüşür, teklifimizi yaparız.” Gerçekten de benim dediğim, istediğim gibi olmuştu. Ben, o zamanların basın dünyasında yakından tanıdığım birkaç kişiyle telefonla ya da bizzat görüşmüş, ‘o beyefendi siyasetçinin’ kendileriyle görüşme isteğini iletmiş, sonrasına ise hiç karışmamış, o görüşmelerin sonuçlarıyla zerre kadar ilgilenmemiştim. Sonrasında ise öğrenebildiğim kadarıyla o beyefendi siyasetçinin görüştüğü dört isimden üçü yapılan teklifi hemen kabul etmiş, biri ise anında reddetmese dahi deyim yerindeyse ipe un sermiş, ‘düşünmek için biraz bana vakit verin’ diyerek kibarca o siyasetçiyi ‘şimdilik’ kaydıyla geri çevirmişti. Sonradan duyduğum, öğrendiğim kadarıyla, ‘o kibirli gazeteci biraderim’ aylar sonra, o siyasetçiyle tekrar görüşmüş, ‘önerilen ücretin diğerlerinden iki katı olması koşuluyla’ teklifi kabul edeceğini söylemişti. Ama ‘o siyasetçi beyefendi’ böyle şartlı ve diğerlerinden daha imtiyazlı bir birlikteliğe pek sıcak bakmadığı belirterek belki de ‘o zamanın koşulları gereği’ o kibirli gazeteci biraderin özel isteğini kabul etmemişti. Neyse lafı daha fazla uzatmak istemiyorum. O zamanlar o beyefendi siyasetçinin himayesinde kurulan ve benimde sözde başında bulunduğum ‘Sözde Danışmanlar Heyeti’ yaklaşık üç yıl kadar sözüm ona görevde(!) kaldı.
Daha sonrasında ise önce ben ardından o heyette yer alan iki arkadaş, o beyefendi siyasetçiyle yollarını bir şekilde ayırdı. Gerçi o danışmanlar heyetinin şimdiki gibi bir resmiyeti ve aleni/açık bir durumu yoktu. Üstelik ‘pek fazla bir iş yapmışlığı ve de yapacağı da yoktu sizin anlayacağınız’
‘O beyefendi siyasetçinin özel olarak oluşturduğu heyet resmi değil fiili ve sözde son derece gizliydi(!)
Şöyle ki o beyefendi siyasetçinin mensubu olduğu partinin Balıkesir teşkilatında dahi iki veya en fazla üç kişi o danışmanlar heyetinin varlığından haberdardı. Şimdi, tüm bunları neden mi, anlatıyorum? Hemen açıklayayım. Amacım eski defterleri kurcalayarak birilerini(!) rencide etmek, kınamak, çoğu ebediyete göç etmiş o insanları ayıplamak, hatta üstü kapalı da olsa bir şekilde teşhir etmek asla değildir!
Maksadım gerçekten öyle olsaydı, işin içine kendimi de katıp, konuyu daha da ‘İRONİK’ hale getirip bir anlamda ‘DALGA GEÇİYOR’ olmazdım.
İster inanın ister inanmayın tek amacım sadece şudur; ‘Aradan uzun sayılabilecek bir zaman geçmesine rağmen bizim camia içindeki birilerinin hala yakın geçmişte bu türde yapılanlardan ve yaşananlardan gerçek kesit ve ölçütleriyle haberdar olup, ders çıkartmasını sağlamaya ışık tutmak, bugüne ve geleceğe ilişkin bir anlamda yol göstermektir. Maksat, yaklaşık 20-21 yıl öncesi yaşanan ve benim şimdi kendimi de soyutlamadan dalgacı bir üslupla anlattığım konunun bir benzerinin tekrarlanmasını engelleme isteğimden kaynaklanan bir durumdur. Başkaca bir niyetim yoktur!’
Anlattıklarımda neden isimlere yer vermediğim konusuna gelince…
Beni bilenler bilir, tanıyanlar tanır ama ben yine de anımsatmak isterim. 37 yılı aşan meslek yaşamımın yaklaşık son on üç yılını, toplamda ise yirmi bir yılını yazılı basın da on bir yılını ise televizyon ekranlarında konuşarak, anlatarak, bitmedi yaklaşık beş yılını radyo mikrofonlarında yine konuşarak anlatarak, yorumlayarak, geçirdim. O yazdığım ve konuştuğum uzun süreç içerisinde belge ve tanık olmayan, bulunmayan hiçbir konuyu ortaya koyarken bir kez olsun isim kullanmadım. Yaşadığım bir olayı anlatırken olayın tek tanığı benim gözlerim, tek belgesi benim duyduklarım, zihnime kazıdıklarım ise ‘şu bunu yaptı, o şunu yaptı veya söyledi’ demenin pek bir anlamı, kamuoyu nezdinde pek bir geçerliliği yoktur, kanaatini inanın samimiyetle hala taşıyorum.
İşte tüm bu nedenlerle O nedenle “Solan günler, dökülen yapraklar” başlığını taşıyan bugünkü yazımda anlattıklarım, belki de düz mantıkla düşünüldüğünde ve bakıldığın da benim ‘kişisel meslek özelimmiş gibi’ görünse de aslında kamuoyu ile paylaşılması, kimi meslektaşlarım tarafından ‘NASİHAT/ÖĞÜT’ olarak kabul edilmesi gereken çok önemli ‘ANI ve ANEKDOTLAR’ olarak kabul edilmelidir. Dahası yazımda bahsi geçen ‘o gerçekten zarif görünümlü beyefendi siyasetçi’ bugün hayatta değil!
Allah rahmet eylesin. O yüzden ismini vermenin çok büyük bir ayıp olacağını düşünüyorum. Zaten sizlerin çoğu o kişinin kim olduğunu çoktan bildiniz, onun kim olduğunu anladınız. Bilmem yanılıyor muyum?..
Yorum yapın