Biraz sonra aşağıda okuyacağınız yazım 15 Temmuz 2016 Cuma günü yine bu sütunlarda ama bir başka gazetede yayımlanmıştır. Anımsayacaksınız aynı günün akşamı o hain kalkışma, ‘FETÖCÜ darbe girişimi’ yaşanmıştı. Şimdi sizlere "O günden bugüne ne değişti?" sorusunu sorduracak ve bugün dahi tatmin edici bir yanıt asla alamayacağınızı düşündüğüm o yazımı şimdi tekrar sunuyorum;

Tarih boyunca insanoğlunun en büyük sınavı siyasetle olmuştur. Masum ve iyi niyetlerle başlatılan siyasi hareketler, sonunda maalesef asıl mayasına, gerçek mecrasına dönmüştür. İster sağcılık ister solculuk ister milliyetçilik ister Atatürkçülük ister Alevilik ve isterse ‘Sünni İslam’ adına yapılsın, Türkiye'de anlaşılan ve gelenekselleşen biçimiyle siyaset, tarihte olduğu gibi ‘Güce sahip olma ve gücü elinde tutma’ mücadelesinden başka bir şey değildir. ‘Her şeyde biz söz sahibi olalım, bizim dediğimiz olsun’ mücadelesidir. ‘Ülke bizden sorulsun’ mücadelesidir. Sözün özü düpedüz ‘bizden habersiz memlekette yaprak bile kımıldamasın’ mücadelesidir. ‘Dine, bilime, eğitime, sanata, paraya, makama, şöhrete ve eğlenceye biz sahip olalım’ mücadelesidir.

Hal ve zihniyet böyle olunca, siyasetin değerleri bunlar olunca, bu mücadele önünde hiçbir engel görmek istemez. Siz eğitim, bilim, sanat, adalet ve güvenlik alanında en güzel çalışmaları yapsanız, ülkeniz ve ulusunuz için olağanüstü özveride bulunsanız, insanımızın barış ve mutluluğu için ‘ağzınızla kuş tutsanız’ siyasetçiye yaslanmadığınız, onların dümen suyuna girmediğiniz, onlarla rant paylaşımı yapmadığınız sürece siyasetçiye asla yaranamazsınız. Bu nedenle ‘siyaset en kutsal davalar adına bile yapılmaya başlansa da’ maalesef bir süre sonra, ‘o kutsal davaya rakip ve düşman olmaya başlar.’ Çünkü ‘kutsallıktan uzak olan kutsal olması mümkün olmayan siyasetle asıl kutsallık bir arada yaşayamaz’ ve sonuçta siyaset, ‘aç kalan kedinin kendi yavrularını büyük bir zevk ve iştahla yemesi’ gibi kutsal olan ne varsa hepsini tek tek acımadan ve iştahla yer. Hatta bu merhametsizlikten yani acımasızlıktan dolayı da büyük bir onur duyar. Çağlar, yüzyıllar boyu, nice düşünür ve bilgini, hatta siyasetçiyi zindanlarda çürüten zihniyet budur, yani siyasettir.

Günümüzde de bunun en acı en çarpıcı örnekleri farklı biçimlerde ve ortamlarda yaşanmaktadır. Her alanda ülkemizin ve toplumumuzun yüzünü güldüren insanlar, zalimlere karşı iktidara büyük destek veren gruplar kullanılmış ve sonunda o tarif edilen siyasetçiler tarafından rakip ve düşman olarak algılanmış ve bu güzel insanlara karşı topyekün mücadele başlatılmıştır. Siyaset öyle tehlikeli, öyle şefkatsiz, öyle merhametsiz, öyle nezaketsiz bir canavar haline getirilmiştir ki, ne kadar iyi ve masum niyetlerle başlarsa ne kadar güzel niyetlerle yapılırsa yapılsın, siyasetçi için, bir süre sonra dostlarını düşman, düşmanlarını dost görmeye başlamasına neden olmuştur. Şeytan; siyasetçinin yakasını hiçbir zaman bırakmamış ve er geç nefsin dümen suyuna sokmuştur. Siyasetçinin gözüne dostları ‘düşman’ düşmanları ‘dost’ olarak göstermiş ve ikna etmiştir. Gücün dışında, hiçbir değer tanımayan siyaset; ‘alimleri zalim, zalimleri alim’ görmeye başlamış, konuşurken ve yazarken kullandığı sözcüklerini büyük bir hassasiyetle, kılı kırk yararak seçen, bir İslam düşünürüne, besmelenin içine siyaset kelimesini ekleterek ‘şeytandan ve siyasetten Allah’a sığınırım’ dedirten, onu böyle ağır bir söze sevk eden şeyin, siyasetin şeytani yüzü olduğunu göstermiştir. Tarihin hiç değişmeyen bu acı gerçeğinin bir gün mutlaka değişeceğini umuyoruz. ‘Medeni ve kutsal değerler’ adına başlatılan ve büyük bedeller ödenerek, bu günlere kadar getirilen demokrasi mücadelesinin, siyasetinin bu ‘iflah olmaz’ hastalığından en kısa zamanda kurtulacağını umut etmek istiyorum. Aksi halde, hepimize yazık olacak ve tarihe aslında mazlum olan siyasetçiler, zalim olarak geçeceklerdir. Bana göre; ‘gerçeğin dünyaya ait hiç değişmeyen ve değişmeyecek yüzü budur.’ Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın sıkça attığı nutuklarında Kuran’dan ve hadislerden alıntılar yaptığını, siyasal mesajlarını dini inançlar ve dogmalar üzerinden vermeyi sevdiğini biliyoruz. Cumhurbaşkanı Erdoğan o hain kalkışmanın, kalleş darbe girişiminin birkaç ay sonrasında düzenlenen bir toplantıda yaptığı konuşmasında şöyle diyordu: ‘Allah bütün meleklere, ‘Adem’e secde edin’ dediğinde hepsi secde ettiler. Ama Şeytan, ‘Ben Ademden hayırlıyım. Beni ateşten, onu ise çamurdan yarattın’ diye kibirlendi. İşte ırkçılık budur, böyle başlamıştır. Irkçılık asabiyet, asabiyet ise şeytandandır. Irkını, kavmini, kafatasını övmek, onunla böbürlenmek, yaratılanları aşağılamak şeytandandır. Eğer istikbali, acılar ve acıların sebep olduğu farklılıklar üzerine inşa edersek, şeytan ve şeytanın izinden gidenler kazanır, biz ise kaybederiz.’ Bu sözler esas olarak demokrasinin en büyük düşmanlarından biri olan ‘ırkçılığa karşı’ olduğu için demokratik bir bağlam çerçevesinde olumlu olarak görülebilir. Ama içinde, aynen ırkçılık gibi bir demokrasi tehdidi olan dincilik öğeleri barındırdığından, yine aynı mantıkla, demokrasiye aykırı bir görüşü de yansıtıyor, diye de yorumlanabilir. Asap; sinir demektir Arapçada. ‘Asabiyet’ de günlük dilde ‘sinirlilik’ demektir. Devletlerin yükselişini ve çöküşünü, toplumsal özelliklerde arayan ve bu nedenle de bence sosyolojinin kurucusu olan İbn-i Haldun’a göre göçebe toplumların asabiyeti yüksektir ve bu nedenle de yerleşik devletleri yıkarlar. Ama onlar da yerleşik hale gelince, asabiyetleri azalır ve başka göçebe toplumlar tarafından yıkılırlar. Bu çerçevede Arapçada Asabiyet, bir nevi nepotizm, kendi akrabalarını, ırkını, kavmini, aşiretini kayırmak anlamında da kullanılır. İşte Erdoğan’ın sözünü ettiği ‘Asabiyet’ budur. Demokratik siyasette ‘ırkçılık’ ne denli tehlikeli ise ‘dincilik’ de o denli tehlikelidir. Çünkü her ikisi de hem ‘aidiyet’ duygusunu, bütün duyguların ve sorunların önüne çıkarır, hem de her ikisi de dinimiz gibi, Allah gibi, ırkımız gibi, geçmişimiz ve atalarımız gibi mukaddes kavramlara dayanır. Bu nedenle de demokrasinin temel özelliği olan, farklılıkların birlikte yaşaması, özgürlük, insan hakları kavramlarına çok uygun olmayan dogmaları siyasal sisteme sokarak demokrasiyi yozlaştırır. Genellikle de demokrasi yerine, çoğunluğun aidiyetine bağlı olan din veya ırk kavramlarının baskıcı yönetimine, kimi zaman da totaliterliğine yol açar! Bu açıdan dinciliği öne çıkarıp ırkçılığı eleştirmek, ya da ırkçılığı öne çıkarıp dinciliği eleştirmek arasında, demokrasiyi yozlaştırmak bakımından çok büyük bir fark yoktur. Esas olan, dinciliği de ırkçılığı da aşan ve hepsine eşit uzaklıkta durarak, hepsini kucaklayan laik ve demokratik bir devletin, insan hakları çerçevesinde eşit ve özgür yurttaşlık kavramına dayalı olarak işletilmesidir…