Ortaçağ Avrupa’sında kilise; devletlerin ve kitlelerin üzerinde kurduğu dini otoritenin yanı sıra ekonomik olarak da büyük bir güç durumundaydı. Dönemin üretim ilişkilerinden doğan avantajlar sayesinde, kurulan ittifaklar, toplanan bağışlar, yasallaştırılmış zorlamalar ve buna benzer faktörlerle oluşan ve büyüyen bu güç yer yer kralları, imparatorları dahi zor durumda bırakabilecek hatta tahtlarından indirebilecek kudrete erişmişti. Öyle ki zamanla dini otoritenin oluru olmadan karar alınamaz ve karşı çıktığı hemen hemen hiçbir işe girişilemez olmuştu. Bunun asıl sebebi, kilisenin dinsel otorite olmasından çok ekonomik olarak devasa boyutlara erişmiş olmasıydı. Dönemin en büyük topraklarına sahip bu gücü kimse karşısına almak istemiyor, aksi takdirde karşılaşılacak tehlikelerden çekiniliyordu. Bunun adına günümüz sosyologları ‘Skolastik Anlayış’ demekte, öyle tanımlamaktadırlar. Neyse devam ediyorum; bu durum doğal olarak kilisenin işine geliyordu. Yüzyıllarca süren skolastik anlayışın ve yaşanan toplumsal durgunluğun sebebi dinsel ve iktisadi açıdan hemen her şeye egemen olan kilisenin mevcut düzenden duyduğu memnuniyetti. Hem maddi olarak Avrupa’nın en büyük gücüydü hem de devlet adamları ve toplum üzerinde dini ve toplumsal açıdan söylediği sözlerin hiçbir şekilde tartışılamadığı bir otoriteydi. Kiliseye kalsa bu durumun sonsuza kadar sürmesinde hiçbir problem yoktu, ancak öyle olmadı. Üretici güçlerin gelişmesiyle ve yeni sınıfların ortaya çıkmasıyla birlikte yüzyıllarca süren karanlık dönem sona erdi. Ortaçağ’ın bu en yüksek gücü, Aydınlanmaya giden yolda halkın nefretiyle karşı karşıya kalan en büyük mekanizma oldu ve etkinliğini büyük ölçüde yitirdi. Türkiye’de de siyasal İslam’ın yükselişi ve iktidara gelerek yönetimde söz sahibi olması da tarihsel açıdan Avrupa’dakine göre daha kısa sürede ve farklı biçimde gerçekleşmesine rağmen yukarıda bahsedilen süreçle benzer özelliklere sahip görünmektedir. Ülkemizde özellikle son 20 yıllık süreçte; dinin, halkın yaşam tarzına müdahaleye varacak şekilde kurgulanarak etkisinin artırılmasının yanında, yeşil sermaye ile yandaş iş dünyası ile oluşturulan ekonomik güç, siyasal İslam’ın Ortaçağ kilisesinden pek de bir farkı olmadığını göstermektedir. Tüm bunlarla birlikte, nasıl düşünsel aydınlanmayla birlikte kilise gücünü önemli oranda yitirdi ise, siyasal İslam’ın da aynı geleceğe uğrayacak olması kaçınılmaz bir durum gibi gözükmektedir. Çünkü bir yandan dini kullanarak insanlara dindar bir yaşamı benimsetmeye çalışıp diğer yandan yolsuzluk batağına saplanmak, kendi zenginlerini yaratmak ve ‘zengini daha zengin fakiri daha fakir’ hale getiren bir sistem kurmak eninde sonunda toplumun tepkisiyle sonuçlanacak ‘uzlaşmaz bir çelişki’ içinde olmak anlamına gelmektedir, maalesef!..

Artık iyice belirginleşen, epeyce ayyuka çıkan bu çelişkili durumu ortadan kaldırmak adına önümüzdeki 31 Mart Yerel Seçimleri ‘çok iyi bir fırsat’ olarak düşünülmelidir. 31 Mart akşamı sandıktan çıkacak güçlü bir uyarı, demokrasiye olan güvenin tazelenmesi ve yükselişi durdurulamaz hale gelen siyasal İslam felsefesinin ve dolayışıyla siyasal İslamcıların sona geldiklerine işaret olacak şekilde bu yolunda atılmış sağlam ve öncü bir adım olabilir, diye düşünüyorum. Bu durumun gerçekleşmesi halinde cidden ‘Hakikat Arayışı’ içinde olan ‘Hak’tan yana gerçek inananlarında yararına olacaktır’ kanaatindeyim!..