SEÇİMLERİN ARDINDAN GÖZLEM VE ANALİZLERİM

Önce 14 Mayıs’ta hem cumhurbaşkanlığı hem de milletvekili seçimleri, ardından 28 Mayıs’ta da cumhurbaşkanlığı seçiminin ikinci turu gerçekleştirildi. Seçimlerin öncesi ve sonrasında bu sütunlarda ben de daha hemen herkes, elbette kendine göre, yazdı, çizdi, anlattı, konuştu, hatta bağırdı, çağırdı, kimileri güldü, oynadı, sevindi. Bugün cumhurbaşkanlığı birinci turu ve milletvekili genel seçimlerinin ardından tam bir ay geçtiğini görüyoruz. O nedenle geçmiş seçimlere ilişkin gözlem ve analizini daha sakin kafayla yapabileceğimi düşündüğümden dolayı bugün yazmaya karar verdim. Öncelikle şunu belirtmek isterim. Dünya da otoriter yönetimlerin destekçilerinin, otoriter rejimin demokratikleşmesine vesile olacak biçimde “yeni demokratik çoğunluklara” katılabilmesi için o ülke de bulunan muhalefet unsurlarının etkin güvenceler sağlaması gerektiğini düşünüyorum. Türkiye’de aslında ‘Anayasasız-laşma’ sürecine katkı sağlayan kurumların yani esasen Anayasa Mahkemesi gibi ‘etkin olması gereken anayasal  kurumların’ etki ve kapasitesi epeyce azaltmış olduğundan demokratik güçlerin bu kurumları güçlendirme vaadi yanında ‘EK’ güvencelerden söz etmesi hatta ‘garanti sağlayacağına dair güvence sağlama vaadinde’ bulunması gerekirdi. Aslında muhalefet tarafında oluşturulan Altılı masanın varlığı ve dizaynında bu amacın gözetildiği söylenebilir. Ancak bugün bakıldığında bu hamlenin doğruluğu yine tartışılmaz ama altılı masanın milletvekili adaylarını CHP çatısı altında oluşturulan ‘ortak liste’ sayesinde beklenen ve istenen sonucu vermemesi nedeniyle sonuç itibarıyla son derece olumsuz bir işlev gördüğünü söylemek mümkündür. Muhalefet altılı masayla yani bir bütün olarak, adeta iktidarla birlikte kaybedeceklerini düşünen mülk sahibi ya da mülksüz, zengin ya da yoksul, tüm toplumsal kesimleri ve de katmanları, vaat ettikleri demokrasinin onları ve hukuk içinde edindikleri ayrıcalıklarını koruyacağına dair bir türlü ikna edemediğini göstermektedir.

Kanaatim odur ki, muhalefet bunu bir türlü başaramadığı için ‘Seçimli Otoriterizm’ in kaynağı ve dayanağı olan toplumsal kutuplaşmanın iktidar sahipleri tarafından kültür savaşları içinde yönetilmeye devam ettiği “adil olmayan” bir seçim dönemi yaşadık, ne yazık ki!.

 Seçimin adil olmaması apaçık bir ‘GERÇEK’ ama muhalefetin yenilgisinde sığınabileceği bir ‘GEREKÇE’ asla değildir, kanısındayım. Muhalefetin bir yandan seçimin parlamento kararı olarak alınmasına rıza göstermeyerek hukuksal meşruiyet zeminini güçlendirmemesi, öte yandan seçimin meşruiyeti bakımından güçlü itirazlarla ‘hukukun üstünlüğü’ mücadelesi yürütmemesi, YSK’nin daha sonra alacağı kararlara baştan rıza göstermesi sonucunu doğurduğu gayet açık ve net değil midir? Bu durum bu kararların önünü açabildiği kadar açmıştır; Cumhurbaşkanının üçüncü kez adaylığı, bakanların istifa etmeksizin aday olabilmesi, milletvekili seçimi sonuçlarının ilan edilen takvimde açıklanmaması gibi kararları kast ediyorum..

Muhalefet, sandığın meşruiyetini, kurulmasındaki hukuka aykırılıkları bir mücadele alanı olarak görmeksizin kabullenmiştir. Öyle olunca da, TRT başta tüm kamu kurumları ve görevlileri muhalefete karşı aynı ‘KARARTMA’ tutumunu izledi, dahası ‘DEVLET PARTİSİ’ ile ‘MUHALEFET BLOĞUNUN’ aslında ‘DEVLET’ ve ‘TOPLUM’ kuralları ‘tek adam yönetiminin koyduğu’ hiçte adil olmayan bir seçimde yarışmak zorunda kalması temin edilmemiş midir, elbette edilmiştir!.

Bu süreçte başta CHP olmak üzere muhalefetin ‘nerede farklılaştığı’ da bir türlü anlaşılamadı ve dolayısıyla deyim yerindeyse ‘ATI ALAN ÜSKÜDAR’I GEÇTİ’ Bunun yerine bahaneler aranmaya başlandı. Örneğin; Seçim süreci devam ederken Köpürüp, daha doğrusu köpürtülüp sönen, söndürülen Muharrem İnce olayı, özellikle aydınlanmış gençler tarafından, muhalefetin “yok aslında birbirlerinden farkları” demesi, o biçimde algılanmasına vesile olduğunun göstergesi değil de nedir, sormak isterim doğrusu! Neredeyse iktidar kadar yüzü eskiyen muhalefet adayı Kılıçdaroğlu’nun ve altılı masa liderlerinin, iktidar tahterevallisinin parçası olarak görülmesi yol açtığını düşünüyorum. Muhalefet kampanyasının pozitif yönü çok güçlüydü ama içeriği hem bu tahterevalli algısıyla hem de devlet partisinin yürüttüğü kültür savaşlarıyla bir türlü baş etmeyi başaramadı ne yazık ki! Bilenler bilir, daha önce İngiltere’de güçlü sendikalara dayanan İşçi Partisi lideri Corbyn’in bölüşüm ilişkilerini öne çıkaran kampanyası da benzer şekilde, kültür savaşlarına yenilmesine engel olamamıştı. Kayıp olduğu söylenen ‘418 milyar’ söylemi, kültür savaşları içinde ‘iktidara gelirlerse binlerce şirkete kayyum atayacak bunlar!’ Şeklinde söylemler ve “300 milyar Dolar temiz kaynak hemen gelecek” söyleminin ise, karşı tarafın ‘IMF’ci bunlar’ söylemine yenilmedi mi? Bence yenildi. ‘Terör örgütü destekçisi, Diyaneti kapatacaklar!’ tarzındaki iktidar yalanlarının taşranın devlet merkezli ekonomi politiği içinde yaşayan seçmen tarafından hele de kültür savaşları içinde cepheleşen iktidar seçmeni tarafından, hemen kabul görmesinin önüne işte o yüzden bir türlü geçilemedi. Sonuçta seçim, iktidar ve muhalefetin birlikte ‘MİLLİYETÇİ SOSLU POPÜLİZME’ teslimiyeti ile şekillenen ikinci turda bitiverdi. Aslında halk bir kez daha kaybetti, ‘POPÜLİST SİYASET, PARTİ DEVLETİ İLE’ bir kez daha kazandı..