Dünkü ‘Osmanlıca tartışmaları üzerine’ kaleme aldığım yazımın yayımlanmasının ardından Osmanlıca, yani eski yazıyı bilen, 8 yıl önce yıl emekli olmuş 35 yıllık eğitimci bir dostum arayarak şunları anlattı; “Hiç unutmuyorum, 2014 yılı LYS sınavında Türk Dili ve Edebiyatı alanında öğrencilere 56 soru soruldu. Bu soruların bir bölümü öğrencilerin edebiyat bilgilerini ölçerken, bir bölümü de Türkçe dilbilgisi ve okuduğunu anlama sorularını içeriyordu. Türk Dili ve Edebiyatı sorularını 719 bin 45 aday yanıtlamaya çalıştı. 56 sorunun doğru yanıtlanma oranı sadece 18.73 olarak gerçekleşti. Bu durum gösteriyor ki, o sınava giren öğrencilerimizin yaklaşık beşte dördüne Türkçeyi ve edebiyatımızı tam anlamıyla öğretememişiz! Günümüzün son derece kolay Türk alfabesiyle çocuklarımıza Türkçe ve edebiyatı öğretemeyenler, Arapça alfabeyle, içinde Arapça ve Farsça dil kurallarının da yer aldığı Osmanlıcayı hiç öğretebilirler mi, sizin buna hiç aklınız yatıyor mu, inanabiliyor musunuz? Kanımca Osmanlıca tartışmasını başlatanların asıl niyeti Liseli gençlerimize Osmanlıca öğretmek değil, bu tartışma üzerinden siyasi sonuç yani kazanım elde etmektir.” Şimdi, örnek vermek ve konunun son derece dramatik ve gayet vahim durumunu ortaya koymak amacıyla Arap alfabesiyle Osmanlıca yani eski Türkçe bir şeyler yazmak istiyorum;

دوبرا دوبرا   ظيكرى اونر (DOBRA DOBRA Zikri Evner)

وسمانليجا اوزرينه دوندن دوام (Osmanlıca tartışmaları üzerine)

Hangisini öğrenmenin ve yazmanın daha kolay, hangisinin ise daha zor olduğuna lütfen sizler karar verin! Şimdi dilerseniz birlikte şöyle bir düşünelim; “Çocuklarımız okullarda haftada alacakları 2 veya en fazla 4 saat Osmanlıca yani Arap alfabesiyle eski Türkçe dersleriyle bu dili gerçekten sökebileceklerine gerçekten inanabiliyor musunuz? Hem Arapça hem Farsça hem de eski Türkçe sözcüklerden oluşan bu karma dili nasıl öğrenebilsinler? Üstelik Arapçanın biraz farklı bir versiyonu olan Eski Türkçe dediğimiz yazıyı da okuyup nasıl anlayabilecekler? Sizce bu gerçekten mümkün müdür? Hadi diyelim ki sular seller gibi Osmanlıca öğrendiler. Hem yazıyor hem okuyorlar. O zaman da gerçekten bu dil, yani Osmanlıca mezar taşlarını, eskiden kalmış tek tük el yazması veya eski basım bir takım kitap ve belgeleri okumaktan başka ne işlerine yarayacak? Sorarım sizlere!”

Sorumun yanıtı Yahya Kemal’in ve biraz olumsuz ve karamsar gibi görünse de o ünlü dizelerinde gizlidir, belki de; “Dönülmez akşamın ufkundayız vakit çok geç!”

Neyse dünden beri Osmanlıca tartışmalarına dair söyleyeceğimi söyledim, anlatacağımı anlattım. Bu konuya şimdilik bir nokta koyalım ve ‘kıssadan hisse kapılacak hatta ibretlik sayılacak’ kısa bir öyküyle makalemizi tamamlayalım. Öykümüzün adı;

“Dönen eşeğin hikayesi!..”

Vaktiyle bir büyük bostan, bostanın da ortasında bir kocaman bostan kuyusu vardı. Kuyunun dolabını bir eşek çevirirdi. Sağı solu görüp aynı yerde döndüğünü anlamasın diye eşeğin gözlerinin her iki yanına siperlik takmışlardı. Eşek, sabahtan akşama, yol gidiyorum zannıyla aynı yerde dolabı gıcırdatarak döner dururdu. Döndükçe de iki bilek kalınlığında buz gibi bir su çıkardı kuyudan. Bostan sahibi o suyla patlıcanları sulardı, domatesleri, fasulyeleri, kabakları sulardı. Kol gibi mor mordu patlıcanlar. İri iri, kırmızı kırmızıydı domatesler. Körpecik fasulyeler, kabaklar. Her eşeğin çıkardığı suyla büyür, gelişir, lezzetlenirdi bostan sebzeleri. Eşek gözünde siperlik olduğundan ‘yol gidiyorum’ zannederek döner dururdu. Bostancı her sabah eliyle yoklayarak, tartarak bakardı patlıcanlara, kabaklara ve domateslere. Sonra kıvama gelmişlerini bir güzel koparıp toplar küfelere doldururdu, pazara götürüp satardı. Öyle gür, öyle bereketliydi ki kuyudan eşeğin çıkardığı o su, bostandan yetişen her şey bütün pazarlarda kapışılarak satılırdı. Bostancı boşaltınca dolu küfelerini, keyifle cebindeki paraları okşayarak eve dönerdi. Eşek ise dönmeye devam ederdi. Eşek sadece bostandaki kötü, sararmış otları yerdi. Eşeğe söküp onları verirlerdi sadece. Bostancı ise pazara girmeden eve ayırdığı patlıcanları yerdi, domatesleri, kabakları, fasulyeleri yerdi. Bazen düşünürdü bostancı; ‘Yahu şu eşek bir bilse ki, derdi, yol gidiyorum diye hep aynı yerde dönerek çıkardığı suyla oluyor bunlar; vazgeçer de verdiğim kötü, sararmış otları yemekten, hak ister körpe fasulyelerden.’ Sonra da gülerdi, şunu söyleyerek; ‘Alt tarafı eşek bu, gözleri de kapalı, nerden bilip anlayacak ki aslında ne yaptığını? Gerçekten hiçbir şeyin farkında değildi eşek. Bir gün bir haşarı çocuk uğrar bostana. Çaktırmadan bostancıya, çıkarıverir eşeğin göz siperliklerini. Eşek sağa sola bakınır, bir iki döner ve anlar ki, yıllardır aynı yerde döndüğünü, canı sıkılır. Böylece eşek durunca, gıcırtı da durur, dolapta durur, dolayısıyla suyun akması da durmuş olur. Yavaşlar patlıcanlara, kabaklara, domateslere gelen su, zamanla kurur gider. Öyle kızar ki bostancı görünce bu durumu, bağırır; ‘Höst ulan deh, eşek oğlu eşek yürüsene, dönsene!’ Elinde sopayla koşar eşeğin üzerine. Vurur kıçına, vurur kafasına. Neden sonra fark eder ki bostancı, biri çıkarmış eşeğin gözündeki bağları. O yüzden ‘görmüş eşek her tarafı etrafı. Ulan hangi namussuz, hangi deyyus, hangi it yaptı bunu!’ der bağırarak. Çocuk kıs kıs güler uzaklardan. Bostancı yeniden takar siperlikleri eşeğin gözlerine. Verir sopayı, ‘yürü eşek, dön bakalım!’ Diye. Eşek yine başlar dönmeye, ama bu kez isteksizdir. Hala döner eşek, gıcırdar dolap, çıkar su ama bilir artık eşek işin gerçekte ne olduğunu ve sık sık başını kaşır bostancı; ‘Ulan öğrendi eşek ne yaptığımı’ diyerek hayıflanır. Eşek yine döner durur ve patlıcanlar, domatesler büyümeye devam eder, sürekli dönüp duran eşek sayesinde!..