NE EKERSEN ONU BİÇERSİN!.

Yaş 56'ya erişince, 57'sine basmaya şunun şurasında yaklaşık 7 ay kalmışken yani tamı tamına 56
buçuk yaşını doldurmuş iken kısacası 60’ına merdiven dayamış iken, insan, ister istemez, yarınlarda
nasıl olabileceği hakkında düşünmeden edemiyor, düşününce de aklına bir şeyler geliyor ve
hüzünleniyor, belki de tam aksine boş umutlara kapılabiliyor. Hele benim gibi çoluk çocuğu olmayan,
bundan sonrası süreçte de olması pek mümkün görünmeyen birisi, eğer Allah ömür verirse
geleceğine dair açıkçası pek de iyimser olamıyor!.
Aranızda yazımın girişinden 'yine mi aynı konuda karamsarlaşmış duygularını yazacak hüzünlü
hissiyatını paylaşacaksın!' diyenleriniz olduğunu duyar gibiyim. Evet, doğrudur, zaman zaman bu
türden yazılar kaleme alıyor, ya da daha önceki yazılarımdan alıntılar yaparak, benzer içerikli
yazılarımı sizlerle paylaşma gereksinimi duyuyorum. Bugünkü yazımın girişi, şu ana kadar ki bölümü
ilginizi çekti ise ve devamını merak ediyorsanız, okumayı dikkatle sürdürün lütfen!.
Bu yazımı henüz yazmaya başlamadan önce bu türden duygu ve düşüncelerle, pek de iyimser
olmayan bir ruh haliyle ve elbette bir ısınan bir soğuyan, bir taraftan güneş açan sonra da aniden
yağmur yağmaya başlayan başdöndürücü iklimsel değişikliklerin etkisiyle İnternet de gezinirken ‘ne
ekersen onu biçersin’ başlıklı bir öyküye gözüm takıldı, okudukça daha da ilgimi çekti ve ibretlik
bulduğum için ‘kıssadan hisse kapılacak tarafı nedeniyle’ sizlerle paylaşmak istedim..
Şimdi, eğer okumaya hazırsanız öykümüzü anlatmaya başlıyorum; Yaşı 40’ını biraz geçmiş bir adam
evliliğinin başından beri evinde kalan babası yüzünden eşiyle sürekli tartışıyordu. Eşi babasını
istemiyor ve onun evde bir fazlalık olduğunu düşünüyordu. Tartışmalar bazen inanılmaz boyutlara
ulaşıyordu. Yine böyle bir tartışma anında eşi bütün bağları kopardı ve restini çekti; 'Ya ben giderim,
ya da baban gidecek, o artık bu evde kalmayacak!' Genç adam eşini kaybetmeyi göze alamazdı.
Babası yüzünden çıkan tartışmalar dışında mutlu bir yuvası sevdiği ve kendini seven bir eşi ve bir de
yedi, sekiz yaşlarında oğulları vardı. Eşi için çok mücadele etmişti evliliği sırasında. Ailesini ikna etmek
için çok uğraşmış ve çok sorunlarla karşılaşmış, o sorunları aşmayı başarmıştı. Hala eşini ölürcesine
seviyordu. Çaresizlik içinde ne yapacağını düşündü ve kendince bir çözüm yolu buldu. Yıllar önce
avcılık merakı yüzünden kendisi için yaptırdığı kulübe tipi dağ evine götürecekti babasını. Haftada bir
uğrayacak ve ihtiyacı neyse karşılayacak, böylelikle eşiyle de artık bu tür sorunlar yaşamayacaktı.
Babasına gerekli olacak bütün malzemeleri hazırladıktan sonra yatalak babasını yatağından kaldırdı ve
kucakladığı gibi arabasına götürdü. Küçük oğlu Can 'Baba ben de seninle gelmek istiyorum' diye ısrar
edince onu da arabaya aldı ve birlikte yola koyuldular. Karakışın tam ortalarıydı ve korkunç bir soğuk
vardı. Kar ve tipi yüzünden yolu zor seçiyorlardı. Oğlu Can babasına 'Baba nereye gidiyoruz ?' diye
soruyor ama bir türlü yanıt alamıyordu. Öte yandan nereye götürüldüğünü anlayan yaşlı adamsa gizli
gizli gözyaşı döküyor oğlu ve torununa bu durumu belli etmemeye çalışıyordu. Saatler süren zorlu
yolculuktan sonra dağ evine ulaştılar. Epeydir buraya gelmemişti. Baraka tipindeki dağ evi artık
çürümeye yüz tutmuş, tavan akıyordu. Barakanın bir köşesini temizledi hazırladı ve arabadan
yüklendiği yatağı oraya itina ile serdi. Sonra diğer malzemeleri taşıdı. En son da babasını sırtlayarak
yatağa yerleştirdi. Tipi adeta barakanın içinde hissediliyordu. Barakanın içinde fırtına vardı adeta.
Çaresizlik içinde babasını izledi. Daha şimdiden üşümeye başlamıştı. Yarın yine gelir bir yorgan ve
birkaç battaniye getiririm diye düşündü. Öyle üzgündü ki, adeta dünya başına göçüyor gibiydi. O bu
duygular içindeyken babası yüreğine bıçak saplanmış gibiydi. Yıllarca emek verdiği oğlu tarafından bir
barakaya terk ediliyordu. Gururu incinmişti içi yanıyordu ama belli etmemeye çalışıyordu. Torun
küçük Can ise olanlara hiçbir anlam veremiyordu. Anlamsızca ama dedesinden ayrılacak olmanın
vermiş olduğu üzüntüyle sadece seyrediyordu. Artık gitme zamanıydı. Babasının yatağına eğildi
yanaklarını ve ellerini defalarca öptü. ‘Beni affet ne olur!’ der gibi sarıldı, kokladı. Artık ikisi de
kendilerine engel olamıyor ve hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. ‘Buna mecburum’ der gibi baktı babasının
yüzüne ve Can'ın elini tutup hızla barakayı terk etti. Arabaya bindiler. Can yol çıktıklarında ağlamaya
başladı ‘neden dedemi o soğuk yerde bıraktın!’ diye. Verecek hiçbir cevap bulamıyordu, ‘annen
böyle istiyor oğlum, ne yapayım!’ diyemiyordu. Küçük Can 'Baba sen yaşlandığında bende seni

buraya mı getireceğim' diye sorunca genç adamın dünyası adeta başına yıkıldı. O sorunun küçük oğlu
tarafından yöneltilmesiyle birlikte deliler gibi önce arabasını durdurdu, sonra da geri çevirdi. Barakaya
tekrar ulaştığında 'Beni affet baba' diyerek babasının boynuna sarıldı. Baba oğul sıkı sıkı sarılmış ve
çocuklar gibi hıçkıra hıçkıra birlikte ağlıyorlardı. Oğlu 'Baba beni affet, sana bu muameleyi yaptığım
için ne olur beni affet' diye hatasını kabul ettiğini pişmanlık içinde haykırıyordu. Babası oğlunun bu
sözlerine belki de en anlamlı yanıtı veriyor, şöyle diyordu; 'Geri geleceğini biliyordum yavrum. Ben
babamı dağ başına atmadım ki, sen beni atasın. Beni bu dağda bırakamayacağını biliyordum!.’
Ben, bu yaşıma geldim ama Allah’tan bu duruma düşmedim, düşmem de mümkün olmaz, kimse de
böyle bir duruma düşsün istemem. Babamı 37 yıl önce, annemi ise 10 yıl önce kaybettim. Yazımın
başında da belirttiğim üzere çoluk çocuğum da olmadığı için Allah ömür verir de 70’li 80’li yaşlara
erişirsem eğer beni dağ da bayırda veya ormanda bir kulübeye karda kışta götürüp bırakacak bir
hayırsız evlat sahibi de değilim, doğal olarak.
O nedenle bu öyküde üzerime alınacak bir durum yokmuş gibi gözüküyor, aslında.
Ama yine de yukarıda sizlerle paylaştığım ‘Bu ibretlik öyküde ben dahil olmak üzere herkesin
kıssadan hisse kapacağı bir şeyler vardır’ diye düşünüyorum!.