MİLLİ KİMLİK, DİL VE TARİH BİLİNCİ.

Kavramsal olarak, dilin; kültürle, toplumla, tarihle, edebiyatla, eğitimle, öğretimle, sanatla, felsefeyle, bilimle, dinle, siyasetle, ulusla, uluslaşmayla, ulus devletle, ulusal egemenlikle, bağımsızlıkla yakın, yoğun, derin ilişkisi vardır. O yüzden dil tartışması, aynı zamanda doğal olarak siyasi tartışmaların bir parçası haline gelmektedir. Tarihsel olarak, 1928’deki ülkemizdeki Harf Devrimi’nden önce, benzer girişimler, Osmanlı Devleti’nde Arnavutlar arasında, Türk dünyasında Azerbaycan’da gündeme gelmiştir. Arnavutlar; 1908’deki 2. Meşrutiyet’ten bir başka deyişle Jön Türk Devrimi sonra, 1909 – 1911 yıllarında, Latin harfleri temelli Arnavut alfabesini tartışmışlardır. Bundan çok önce, 1864’te, İstanbul’da, Arnavut Kültür Derneği çatısı altında, Latin alfabesine uygun bir alfabe hazırlayıp Osmanlı Maarif Nezareti’ne başvurmuş, Arnavutça eğitim istemişlerdir. 1879’da ise Arnavut aydınlarının oluşturduğu komisyon, 36 harfli, Latin alfabesi temelli alfabeyi benimsemiştir. Komisyon başkanı, Şemsettin Sami Fraşeri, seçkin bir Osmanlı münevveri yani aydınıydı. İlk Türkçe roman Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat’ın, ilk Türkçe ansiklopedi Kamusü’l-Alam’ın, ilk geniş kapsamlı Türkçe sözlük Kamus-ı Türki’nin yazarı, Galatasaray Spor Kulübü’nün kurucusu Ali Sami Yen’in babasıydı. Azerbaycan ise SSCB’ye katılınca, 1922’den sonra, Latin harflerini esas alan alfabeyle Arap alfabesini birlikte kullanmaya başlamıştır. Kardeş Azerbaycan’ın bu dil ve alfabe yönelimi, ülkemizde de alfabe değişikliğine ilişkin arayışları, çalışmaları bir bakıma tetiklemiştir. 1926’da, Bakü’deki Birinci Türkoloji Kongresi’nde, bütün Türkler için Latin alfabesine geçme kararı alınmış, böylelikle Türk devletleri arasındaki bağların güçlendirilmesi amaçlanmıştır. Karar ülkemizde de desteklenmiş, Azerbaycan’ın yanı sıra Orta Asya’daki Türklerin de Latin alfabesine yönelmeleri, Türkçü aydınların, Türk Ocağı çevresindeki düşünürlerin bu değişikliği benimsemeleri, Harf Devrimi’ne ilişkin adımları daha da hızlandırmıştır. Siyasal olarak her millet, her devlet, her devrim, dili ve kültürü üzerindeki yabancı etkisini, yabancı dillerin nüfuzunu kırmak ister. Bu durum son derece doğaldır, doğrudur. Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Gazi Mustafa Kemal Atatürk de seçkinler ve halk, saray ve Anadolu arasındaki dil ikiliğine son vermiş, halkın dilini, Anadolu Türkçesini tercih etmiş, Türkçedeki Arapça ve Farsça kelimelerin ağırlığını, olabildiğince kırmaya çalışmıştır. Bunun benzerini, Sovyetler Birliği dağılınca Türk Cumhuriyetleri, dilleri üzerindeki Rus ve Rusça etkisini kırmak için yaptılar, halen de yapıyorlar. Bu durumda doğrudur ve bence zorunludur. Osmanlı Devleti dağıldığında, en iyimser istatistiklerde bile erkeklerin okuryazar oranı, yüzde 9-10 civarındaydı ve bu oranın yüzde 55-607’ını gayrimüslim azınlıklar oluşturuyordu. Kadınlar arasında ise bu oran, yüzde 2-3 düzeyindeydi ve yine bunların yarısından fazlası gayrimüslim azınlıklardı. Türk ulusu, Harf Devrimi ile okuryazarlıkta büyük atılım daha doğrusu devrim yapmıştır. Fakat ulus devlete, ulusal kimliğe ters bakan siyasetin bezirgan kesimi, Türk ve Türkçe karşıtlığı yanında, halkın cahil kalmasını da çok istediğinden, dil devrimine her zaman karşı çıkmıştır. İşte asıl sorun da budur. Bu sorun günümüzde de artarak devam etmektedir!..