MAYMUN İŞTAHLI NASIL OLUR?.

Aşağıda okuyacağınız satırlar Genelkurmay eski Başkanlarından İlker Baş-
buğ’un son kitabı “Mustafa Kemal Anlatıyor: Savaş ve Barış” adlı yapıtından
alıntıdır; “İngilizler ve Fransızlar Osmanlı ordusu karşısında Müslüman
sömürgelerinden topladıkları askerleri kullanacaklardı. O bir yana Osmanlı
uyruğu Hicazlılar ve başka pek çok Arap, Osmanlı ordusuna silah çekmekten
çekinmediler. Ben insanları ve de toplumları dinime, dinine, ırkına, rengine
göre ayırmam. Ancak siyasi ve toplumsal anlamda, özellikle savaş
zamanlarında veya bilenlerin söylediğine göre bu ayrımları yapmak
gerekmektedir. ‘Dostum’ dediğiniz ‘dindaşım’ dediğiniz bir devlet sizi
sırtınızdan vurabilir.” İlker Başbuğ’un, Mustafa Kemal’in yazdığı mektuplara
dayandırarak yansıttığı gözlemler, bu fikri tam olarak
doğrulamaktadır. Günümüzde de buna benzer örnekler yaşıyor gibiyiz. “Eğitim
de çiftçiliğe benziyor. Ekmeden önce süreçler, ekmenin kendisi gibi belirli ve
kolay ama ekilenler canlanmaya ve uzamaya başlayınca bir sürü güçlük ortaya
çıkıyor. Bunlar insan varlığı için de geçerlidir. Çünkü insanı döllemek güç
değildir ama çocuk dünyaya gelir gelmez, onu yetiştirmek ve eğitmek için
birçok sıkıntıya ve üzüntüye girilmektedir.” Ünlü Fransız yazar Montaigne bu
sözleri 1500’lü yıllarda kaleme almıştı. Yani yaklaşık 500 yıl önce kağıda
dökülmüştür o sözler. Adam beş asır önce göçtü gitti ama fikirleri bizi hâlâ
ayakta tutmaya yetiyor. İçimizi ısıtıyor, bilgi veriyor. Büyük fikir adamı olmak
böyle bir şey demek oluyor ki!.
Ludwig van Beethoven. Dünyanın en ünlü bestecilerinden biridir. İşitme engelli
yani sağırken beste yapabilen bir dehaya sahip büyük müzik adamıdır. Bir gün
Beethoven’ın odasının kapısı çalınıyor, fakat artık kulakları ağır işitir olmuştu o
günlerde o yüzde kapıyı duymuyor. Bir kez daha çalınıyor kapısı, bu kez daha
şiddetli biçimde çalınınca duyar gibi oluyor. Oturuyor, o meşhur 5. Senfoni’nin
ilk notalarını kâğıda döküyor: “Ta ta ta taaam.” Anlayacağınız, bu, kapı
vurmasının sesidir. Oradan büyük bir senfoni çıkarabilmek işte Beethoven gibi
bir dahiye nasip olmuştur. Bu uzun girizgahtan sonra asıl meseleye yani yazımın
konusuna, anlatmak istediğim, vermek istediğim mesaja gelmek istiyorum.
Sanatçılar, dünyanın egosu en yüksek, bir anlamda tavan yapmış kesimidir.
Buna bir gazeteci, yazar takımını, genel ve moda deyimiyle medya mensuplarını
da katmak gerekiyor. Unutmadan söyleyeyim siyasetçiler de aynı kategoridedir.
Yani egosu tavan yapmış kitlenin içindedir onlar da.. 

Yaklaşık 34 yılık meslek yaşamımda doğal olarak benimde egomun tavan yaptığı
dönemler ve de anlar epeyce olmuştur. Bu türden dönemler ve anlar yani
egomun yüksek olduğu süreçlerde hayat içerisinde bir başka mücadeleyi de
egomun kibre, hasetliğe ve de vicdansızlığı dönüşerek bambaşka bir kişiliğe
dönüşmemek için vermiş, bu türden mücadelelerden bu yaşıma kadar galip
çıktığımı yeri gelmiş iken gururla belirtmek hatta haykırmak isterim. En son
bundan 8-9 sene önce bir sebeple yükselen egoma karşı bir mücadele içine
girmiş ve belki de son kez gelip gelmiş, yani egoma yenilmemiş, yenmiştim. O
gün karar verdim ve egomu bir anlamda toprağa gömdüm. Diyebilirsiniz ki:
“Yaptığınız meslek birazcık olsa ego gerektiriyor.” Doğrudur ama ben içkiyi
bırakır, sigarayı bırakır gibi, gerçi içki ve sigarayı tam olarak bırakamadım, ara
sıra da onlarla sağlığım elverdiği ölçüde kısıtlı biçimde ahbaplık etmeyi
sürdürüyorum ama egolu davranmayı bıraktım yani gömdüm. Bilhassa son 7-8
yılık süreçte egosuz günler geçiriyorum. Egosuz yaşamak beni rahatlattı ama bu
kez de yaşam dinamiğim, üretme ve başarma dolayısıyla kazanma ve de
böylelikle mutlu olma hissetme, hissettirme arzum, isteğim örselenmiş,
dizginlenmiş, körelmiş gibi oldu. Sizin anlayacağınız egosuz yaşamak beni
rahatlattı, rahatlatmasına ama ben belki de üretken, dolayısıyla hırslı biçimde
başarılı olmak, hep bir adım daha ileri gitmeyi istemek yerine belki de ‘bir
HİÇ’miş gibi’ davranmayı seçmiş oldum. Şimdi bu satırları yazarken iç sesim
bana ‘sen bir hiç değilsin, asla değilsin’ diyor ama..
Çocuk yaşlarda her şeyden çok çabuk sıkılırdım. Babam, Annem ve babaannem
ile halalarım, dayım hatta teyzem sıkça olmada da bana ‘maymun iştahlı’
derlerdi. O zamanlar ‘maymun iştahlı’ ne demek pek anlam veremezdim.
İştahım gayet yerindeydi çünkü..
Yıllar sonra lise çağlarında ergenlikten gençliğe geçiş yaşlarında yani 17-18
yaşlarında bir vesileyle Ankara gittik rahmetli annemle birlikte. Orada Ayşe
halamın kocası Bedri eniştem bizi Atatürk Orman Çiftliğindeki hayvanat
bahçesine götürdü. Hayvanat bahçesinde en çok ilgimi maymunlar çekmişti.
Orada bana neden ‘maymun iştahlı’ denildiğini keşfetmiş, anlamıştım. Birkaç
maymunun bulunduğu kafeste maymunların her biri çok iştahlıymış gibi
kendilerine verilen besinlere birbirilerine saldırarak yöneliyorlar ama çok kısa
bir sonra mücadele vererek elde ettiği besini, örneğin armudu bir defa
ısırdıktan sonra fırlatıp atıyorlardı. Neyse, maymun iştahlı meselesi budur işte.
Çabuk sıkılmak yani..