Ulu Önder Atatürk 1930 yılında kendisinin bizzat kaleme aldığı ‘Vatandaşlar için Medeni Bilgiler’ kitabında “Din birliğinin de bir millet oluşumunda etkili olduğunu söyleyenler vardır. Fakat biz, bizim gözümüz önündeki Türk milleti tablosunda bunun aksini görmekteyiz.” Demiştir. Günümüzde ise Partili Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan belki anımsayacaksınız, geçenlerde bir toplantıda yaptığı konuşmada “Türk demek aynı zamanda Müslüman demektir!” diyerek din eksenli bir millet tanımı yapmıştır. Elbette ki, tarih boyunca Türklerin, Müslüman kimlikleriyle öne çıktıkları dönemler vardır. Ancak Türkler; İslamiyet ile birlikte tarih sahnesine çıkmadılar. Türkler İslamiyet’i kabul etmeden önce de başka çok ve tek tanrılı dinlere inanıyorlardı. Günümüzde bile Hiç Müslüman olmayan Türkler de vardır. Ayrıca bugün Laik Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nda da “Türk olmak için şu dinden olmak gerekir” diye bir şart yoktur, en azından şimdilik!...
İslami dilde ‘MİLLET’ kavramının, “Allah’ın kulları için kitaplarında ve peygamberlerinin diliyle koyduğu esaslar” şeklindeki tanımıyla ‘DİN’ ve ‘ŞERİAT’ ile eşanlamlı olduğu belirtilmektedir. İnanmayanlar Recep Şentürk’ün İslam Aksiklopedisi eserinde yaptığı ‘MİLLET’ tanımına göz atabilir. İşte bu nedenledir ki günümüzdeki ‘siyasal İslamcılar’ bu dinsel anlamlı ‘MİLLET’ kavramını genel olarak dinsel bağlılık anlamını taşıyan ‘ÜMMET’ kavramına karşılık olarak kullanmaktadır. Buna karşın Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesinde ve Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nda ‘MİLLET’ kavramı, herhangi bir ‘din bağına’ ve ‘ümmet bilincine’ dayanmamaktadır. Tam tersine ‘LAİK’ içerik taşımasıyla tüm bu dinsel anlamlardan kopuşu simgelemektedir. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesinde ve Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nda MİLLET; şeriattan yani dinsel hukuk kurallarından dolayısıyla toplumsal anlamda dinsel vesayetten ve ‘halife/şeyh/şıh/imam/tarikat/cemaat’ gibi tüm dinsel otoritelerden bağımsız olarak kendi egemenliğini kendi eline almış; ırk, din ve mezhep farkı olmadan ‘çağdaş hukuk önünde eşitlenmiş yurttaşların ve de bireylerin’ oluşturduğu bir bütünü ifade etmektedir. Kısacası laik Cumhuriyet’in ‘MİLLET’ tanımı da laikliğe uygun bir tanımdır. Atatürk; Türkiye Cumhuriyeti’ni bir ‘ULUS DEVLET’ olarak kurulmuştur. O nedenle 1923’de Türkiye Cumhuriyeti kurulurken kapsamlı bir ‘millet/ulus’ tanımı yapılmıştır. Türkiye Lozan’da, dinlere göre hukuk yani ‘çok hukuklu sistem’ dayatmasını ret etmiştir. Bunun yerine tam bağımsız ve çağdaş bir ülke olarak herkese eşit, laik hukuku benimsemek istediğini bildirmiş ve kabul ettirmiştir. Böylece Lozan Barış Antlaşması’nın 39. maddesinde “Türkiye’nin tüm halkı, din ayırt edilmeksizin yasa önünde eşittir. Din, inanç ya da mezhep farkı hiçbir Türk yurttaşının medeni ve siyasi haklardan yararlanmasına kesinlikle engel sayılmayacaktır!” denilmektedir. Anlaşılacağı üzere Lozan Barış Antlaşması’nda “Din, inanç ve mezhep farkı gözetilmeden tüm Türk yurttaşlarının yasa önünde eşit olduğu” belirtilmiş ‘laikliğin esas alındığı çağdaş Ulus Devlet’in temeli atılmıştır. Cumhuriyet’in ilanından önce bu ‘laiklik meselesi’ ve ‘millet kavramı’ TBMM’de çok tartışılmıştır. 22 Eylül 1923 tarihli Meclis gizli oturumunda Fahrettin Fikri Bey, ortak maziye sahip bütün vatan evlatlarının “Türk milliyetperverliğine dahil olduğunu ve bunların Türk olduklarını” söyledi. Ayrıca Fransız milliyetçiliğinin anlamını ‘beraber yaşama duygusu’ olarak kabul eden Ernest Renan’a gönderme yaparak “ülkemizde çeşitli ırklara mensup olanlara karşın tek bir milliyetin olduğunu, onun da Türk milliyeti olduğunu” belirtmiştir. Millet, kavramının in nasıl tanımlanacağı 1924 Anayasası görüşmelerinde Meclis’te yeniden gündeme gelmiş. ‘Millet’ kavramını tanımlayan 88. madde görüşmelerinde kavramsal düzeyde tartışmalar olmuştur. Ahmet Hamdi Bey, “Türk ahalisinden olup Türkiye harsını (kültürünü) kabul edenlere Türk ıtlak olunur” denilmesini önermiştir. Celal Nuri Bey, Lozan Barış Antlaşması’nın 39. maddesi nedeniyle böyle bir tanım yapılamayacağını söylemiştir. Hamdullah Suphi Bey ise sınırlarımız içinde yaşayan herkese ‘TÜRK’ demek istediklerini, ancak mübadele sürecinde bunun sorun yaratacağını ifade etti. Celal Nuri Bey, Türkiye Cumhuriyeti’nde Rum, Ermeni ve Yahudi azınlığın olduğunu belirterek “Bunlara eğer Türk sıfatını vermeyeceksek ne diyeceğiz?” diye sordu. Salondan “Türkiyeli!” sesleri yükseldi. Bunun üzerine Celal Nuri Bey, “İstirham ederim! Türkiyeli hiçbir manaya gelmemektedir. Ayrıca Lozan Antlaşması’nın 39. maddesi gereği hiçbir fark olmayacaktır” dedi. Bu sırada Ahmet Hamdi Bey, “isimce değil hukuken böyle diyelim” diye ekledi. Hamdullah Suphi Bey, 88. maddenin “Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibarıyla Türk ıtlak olunur” şeklinde düzeltilmesini önermiştir. Sonuçta 1924 Anayasası’nın 88. maddesi bu şekliyle onaylanıp kabul edilmiştir. Görüldüğü gibi Cumhuriyeti kuranlar, ‘TÜRK’ derken bir ırkı, bir etnik kökeni veya bir dini ve mezhebi değil, “anayasal vatandaşlığı” kastetmişlerdir. Dolayısıyla Atatürk’ün millet tanımı tepeden tırnağa laik bir tanımdır. Atatürk, 1930 yılından itibaren liselerde okutulan, Afet İnan’ın derlediği “Vatandaş İçin Medeni Bilgiler” adlı kitabında milleti, “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir” diye tanımlamaktadır. Daha sonra uzunca biçimde Türk milletini şöyle anlatmaktadır: “Türk milleti halk idaresi olan cumhuriyetle idare edilir. Türk devleti laiktir. Her reşit dinini seçmekte serbesttir. Türk milletinin dili Türkçedir Ahlakın, millet oluşumundaki yeri çok büyüktür, mühimdir.” diye devam etmektedir. Atatürk; milleti oluşturan unsurları sıralarken ‘DİN BİRLİĞİ’ denilen kavrama kesinlikle yer vermemektedir. Bu konuda şöyle demektedir: “Din birliğinin de bir millet oluşumunda etkili olduğunu söyleyenler vardır. Fakat biz, bizim gözümüz önündeki Türk milleti tablosunda bunun aksini görmekteyiz.” Atatürk, bu dile getirdiği tezine bağlı olarak Türklerin, İslam dinini kabul etmeden önce de büyük bir millet olduğunu, bu dini kabul ettikten sonra bu dinin, ne Arapların ne İranlıların ne de Mısırlılar gibi diğer Müslümanların Türklerle birleşip bir millet oluşturmalarını sağlamadığını, aksine “Türk milletinin milli bağlarını gevşettiğini, milli duygularını, milli heyecanını uyuşturduğunu ancak bunun çok doğal olduğunu, çünkü İslam dininin bütün milliyetlerin üzerinde kapsamlı bir Arap milliyeti siyaseti amaçladığını ve bu Arap fikrinin ‘ümmet’ kelimesi ile ifade edildiğini” önemle belirtmektedir. Atatürk, tarihsel ve sosyolojik olarak Türk milletinin özelliklerini şöyle sıralamaktadır: “Türk milletinin oluşumunda etkili olan doğal ve tarihsel olgular şunlardır: Siyasal varlıkta birlik, dil birliği, yurt birliği, ırk ve köken birliği, tarihi yakınlık, ahlaki yakınlık” Sonra da şöyle devam etmektedir: Birincisi, zengin bir hatıra mirasına sahip olan, ikinci olarak beraber yaşamak konusunda ortak arzu ve istekte samimi olan ve de sahip olunan mirasın korunmasında beraber devam etmek konusunda iradeleri ortak olan insanların birleşmesinden meydana gelen topluma millet denir. Bu tanım incelenecek olursa, bir milleti oluşturan insanların bağlarındaki kıymet, kuvvet ve vicdan hürriyetiyle insani duyguya gösterilen saygı, kendiliğinden hemen anlaşılır.” Atatürk; milleti tanımlarken ‘etnik ayrımcılığa’ da karşı çıkmaktadır. Türkiye’de “Kürtlük fikri, Çerkezlik fikri ve hatta Lazlık fikri veya Boşnaklık fikri” propagandası yapıldığını, ancak istibdat döneminin ürünü olan bu adlandırmaların ‘birkaç düşman aleti mürteci beyinsizden başka’ milletin hiçbir bireyi üzerinde üzüntüden başka bir etki yaratmadığını belirtmektedir. Büyük önder devamla “Çünkü bu millet fertleri de bütün Türk camiası gibi aynı ortak geçmişe; tarihe, ahlaka, haklara sahip bulunuyorlar” demektedir. Atatürk, bu sözleriyle hiç ayrım yapmadan, Türkiye’deki diğer etnik unsurları da ‘Türk camiasının’ eşit haklara sahip ‘millet fertleri’ yani ‘ulus bireyleri’ olarak adlandırmaktadır. Atatürk’ün, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan azınlıklar hakkındaki şu değerlendirmesi de dikkat çekiyor. “Bugün içimizde bulunan Hıristiyan, Musevi vatandaşlar, alın yazılarını ve talihlerini Türk milletine vicdani arzularıyla bağladıktan sonra kendilerine yan gözle, yabancı gözüyle bakılması uygar Türk milletinin asil ahlakından beklenebilir mi?” diyerek vurgu yapmaktadır. Atatürk, “Vatandaş İçin Medeni Bilgiler” kitabında ‘Din ve Vicdan Hürriyeti’ başlığı altında da laikliği şöyle anlatmaktadır; “Her birey istediğini düşünmek, istediğine inanmak, kendine özgü siyasi bir fikre sahip olmak, seçtiği bir dinin gereklerini yapmak veya yapmamak hak ve hürriyetine sahiptir. Kimsenin fikrine ve vicdanına hâkim olunamaz. Vicdan hürriyeti kesin ve saldırılamaz olup bireyin doğal haklarının en önemlilerinden sayılmalıdır… Türkiye Cumhuriyeti’nde her yetişkin dinini seçmekte özgür olduğu gibi belirli bir dinin merasimi de serbesttir; yani ayin hürriyeti dokunulmazdır. Türkiye Cumhuriyeti’nde herkes Allah’a istediği gibi ibadet eder. Hiç kimseye dini fikirlerinden dolayı bir şey yapılmaz. Türkiye Cumhuriyeti’nin resmi dini yoktur. Devlet idaresindeki bütün kanunlar, kurallar, ilmin çağdaş uygarlığa sağladığı esas ve şekillere, dünya ihtiyaçlarına göre yapılır ve uygulanır. Din anlayışı vicdani olduğundan, Cumhuriyet din fikirlerini devlet ve dünya işlerinden ve siyasetten ayrı tutmayı milletimizin çağdaş ilerlemesinde başlıca başarı etkeni görür!”
Atatürk’ün okuduğunuz bu açıklamalarında da çok açıkça görüldüğü gibi Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk, Türk milletini tanımlarken ‘din bağına’ yer vermemektedir. Türkiye Cumhuriyeti’nin ‘LAİK’ olduğunu belirtiyor. Laik Cumhuriyet’in ise ‘din ve vicdan hürriyetine’ saygılı olduğunu anlatıyor. 1924 Anayasası’nın milleti tanımlayan 88. maddesinde de Türkiye halkına, “din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibarıyla” Türk denildiği açıkça belirtilmektedir…
Yorum yapın