‘KUR’AN MANA MIDIR, LAFIZ MIDIR?’ SORULARINA CEVAP ARAYANLARA..

Öncelikle şu önemli hususu bilhassa belirtmek isterim; Ben ilahiyatçı, İslam tarihçisi, bilgini, ulaması veya hocası değilim. Ancak İslam’ı doğru anlamak ve anlatmak, hurafelerden arınmış, arıtılmış dini doğru ve anlaşılır biçimde öğrenmek, gerektiğinde öğretmek ve anlatmak adına güvenilir kaynaklardan edindiğim bilgileri sizlerle paylaşmanın gerekliliğine yürekten yani kalben inanıyorum. O nedenle bugün ‘KUR’AN MANA MIDIR, LAFIZ MIDIR?’ sorularına yanıt arayanlara yönelik bilgi paylaşımında bulunacağım. Elbette doğru bilgileri güvenilir kaynaklardan edindiğim ölçüde sizlerle paylaşacağım. Öncelikle ‘MANA’ ve ‘LAFIZ’ nedir, onu sizlere açıklamak isterim. Efendim; MANA; Anlam, düşünce, fikir, tema anlamlarını taşımaktadır. LAFIZ ise; Üslup, ifade tarzı anlamındadır. Yani yazımın başlığındaki soru; Kutsal kitabımız Kur’an fikir ve tema olarak başlı başına bir anlam mıdır, yoksa anlamı itibarıyla sadece üslup ve ifade tarzı mıdır?.

Şimdi sizlere, ülkemizin ve İslam dünyasının tanınmış tarihçi ve bilginlerinin konuya ilişkin güvenilir kaynaklardan edindiğim bilgileri sizlerle paylaşmak istiyorum; Kendi gibi düşünmeyenleri cehennemlik ilan eden ilk düşünce ekolü Hariciler'dir. Bu yaklaşımın dinimizde fitne ve fesadı nasıl tetiklediği ve sonuçlarının ne denli ağır olduğu açıktır. Görüş farklılıklarını ve ihtilafları rahmet olarak nitelendiren İslam, ruhban sınıfını aradan kaldırarak, doğrudan bireyi muhatap kılmış ve imanı özgürleştirmiştir. Bu anlayış içinde yorumlar yapan İmamı Azam Ebu Hanife, iman konusunda son derece titiz bir dil kullanır ve kişilerin inancıyla ilgili herhangi bir müdahaleyi uygun görmez: “Karşısındakini kafir ilan etmek için bahane arayan, ondan önce kendisi kafir olur diyerek son noktayı koyar. Ebu Hanife'nin, iman-amel ilişkisi temelinde yaptığı tanımlarda da aynı hassasiyet içinde olduğu görülür: “İslamsız iman, imansız İslam olmaz. İmanın yeri kalp, uzantısı da bedendir derken, ameli imanın unsuru yapmaz ama amelle imanın bağını da birbirinden koparmaz. Kullanılan üslubun hassasiyeti, Tanrı ile insan arasındaki bu özel ilişkinin ulviliği ile doğru orantılıdır. Tanrının özgür kıldığı bu aralıkta durmak ve ‘meşiet’ denilen sınırları aşmamak, bir tarafıyla Allah'ın dilemesine saygı duymaktır, diğer tarafıyla kulun tercihine yani bireysel özgürlüğüne hoşgörüyle bakmaktır. Ebu Hanife, Allah bizi, kalplerde bulunanı ve gizli niyetleri bilmekle mükellef kılmamıştır diyerek, başkalarıyla ilgili ithamları, olumsuz nitelemeleri ve baskıları reddeder. Bugün sıkça tanık olduğumuz, ‘dışlayıcı-ötekileştirici-aşağılayıcı’ üslup yalnızca cehaletin değil, eksik ve yanlış imanın bir tezahürü olsa gerek. İçinde yer aldığı görüşü mutlaklaştıran güruhun, başka inanç ve yaşam biçimlerine düşmanlığının iman dairesinde izahı yoktur. Nitekim İmam Maturîdî'de de ‘inançlar baskı altına alınamaz’ derken; Dinin vazgeçilmez unsurları, organlarla gerçekleştirilen davranışlar olmayıp, (zihinde ve kalpte yer tutan) inançlardan ibarettir. Bu sebeple ki, inançlar, baskı ve hakimiyetin kurulamayacağı değerlerdir; hiçbir yaratık başkasının inancına buyruk olma veya ona engel teşkil etme gücüne sahip değildir. İnançlar, düşünce ve duygu alanına özgü davranışlardır. Bazı yönleriyle dilin inançlarla ilişkisi bulunmaktadır. Başkasının dilini kullanmak imkân dahilinde olmadığı gibi kalbi üzerinde hakimiyet kurmak da mümkün değildir.” Der, ‘Kitâbu't-Tevhîd’ adlı eserinde..

Öte yandan Ebu Hanife'nin ve Mâtüridî'nin de özgün fikirleri Kur'an tarifleriyle alakalıdır. Ebu Hanife, ‘Fıkhu'l Ekber' adlı eserinde şöyle bir tanım yapar: Kur'ân-ı Kerîm, mushaflarda yazılı, kalplerde mahfuz, dillerde okunan ve Peygamberimize indirilmiş olan Allah kelâmıdır. Bizim Kur'ân-ı Kerîm'i telaffuzumuz, yazmamız ve okumamız mahluktur yani yaratılmıştır. Fakat Kur'ân mahluk değildir. Kur'ân, Allah'ın kadîm ve ezelî kelamıdır.”

Ebu Hanife, lafzın-harflerin Kur'an olmadığı, esas Kur'an'ın, Allah katındaki mana olduğu görüşündedir. Bundan dolayı içtihadında Kur'an'ın tercümesi ile namaz kılınabileceğini dile getirir. Ebu Hanife'ye göre dili dönenlerin, yani Arapça telaffuza güç yetirenlerin bile namazda, Kur'an'ın kendi dillerindeki tercümesini okumaları halinde kıraat şartı yerine getirilmiş olur. Bu husus Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Kıraat maddesinde aynen yer almaktadır.

Bu arada yeri gelmiş iken belirtmek isterim; “Türkçe ibadet yapılır mı?” sorusuna dahi tahammül edemeyenlerin, takip ettikleri çoğu cahil mezhep imamlarının düşüncelerinden gafil olduklarını söylemeden geçmek doğru olmaz kanısındayım. Mâtürîdî'ye göre de Allah'ın kelamından anlaşılması gereken, kendi zatında olan manadır: “Allah'ın kelâm sıfatı (kelâmullah), gerçekte Allah'ın zatında mevcut kadim bir manadan ibarettir. Bu manaya “kelâm-ı nefsî” de denir. Allah'ın kelamından anlaşılması gereken ona göre işte budur. Dolayısıyla, sesler ve harflerden oluşan kelam, adı geçen kelama dâhil değildir. Çünkü Allah'ın kelam sıfatı kadîmdir. (Başlangıcı yoktur) Buna karşılık, ses ve harflerden oluşan kelam ise hâdistir. (Sonradan var olmuştur.) Dolayısıyla onlar, hâdis olduğundan, bizzat Allah kelamı değildirler. Onlardan oluşan kelama, “Allah kelamı” denmesi mecazidir. Mâtürîdî'ye göre gerçekte harf ve sesler, sadece Allah kelamına delalet eden unsurlardır. Harf ve sesler yaratılmış (mahlûk) iken; buna karşın harf ve seslerden soyutlanmış olan Allah kelamı, yani “mana” dediğimiz “kelâm-ı nefsî”, yaratılmamış (gayr-i mahlûk)tır.” Bu hususta Muammer Esen’in Mâtürîdî'de Bilgi Kuramı kitabında yer almaktadır.

Görüldüğü ve anlaşılacağı üzere en çetrefil konularda bile özgün görüşler beyan eden bu iki büyük İslam bilgesi günümüzde hala özgünlüklerini ve de elbette özgül ağırlıklarını korumaktadırlar. Tüm bu bilgilerin ışığında dinimiz İslam’da yeni bir aydınlanmaya gereksinim duyulmaktadır, kanaatini taşımaktayım..