Bugün okuyacağınız yazım, 2017'nin 13 Kasım'ında yine bu DOBRA DOBRA sütunlarda ama o zaman ki ARTI HABER gazetesinde yayımlanmıştı. Bugün yine benim deyimimle ‘zaruret hasıl olduğundan’ ve de ‘gördüğüm lüzum üzerine’ bahse konu o yazımı biraz güncelleyerek bugün yine sizlerle paylaşıyorum;

DSP, MHP ve ANAP koalisyon hükümetinin iktidar olduğu dönemdi, yani 2001 yılıydı. 1999 seçimlerinde Anavatan Partisi aday listesinden kontenjandan Balıkesir milletvekili seçilen Agah Oktay Güner, kendisine hakaret/itham ettiğim iddiasıyla beni mahkemeye vermişti. Konu özetle şöyleydi;

O günlerde Balıkesir İl Emniyet Müdürlüğü görevinde bulunan İhsan Yılmaztürk, aniden görevinden alınmış, Merkez’e pasif bir göreve atanmıştı. Bu işin arkasında ‘özel bir sebepten ötürü’ kontenjandan atama usulüyle ANAP'ın milletvekili aday listesinden seçilen MHP kökenli olarak bilinen yılların siyasetçisi Agah Oktay Güner olduğu söyleniyordu. O dönemde çalıştığım yerel televizyon kanalı KRT'de ekrana çıkıp o iddiaları açıkça dile getirdim ve konunu doğru olup olmadığını sordum; “eğer söylenenler doğru ise sebep olanların Allah belasını versin. Bu işin arkasında Balıkesirli olmayan bir Balıkesir milletvekili olduğu iddia ediliyor.“ dedim. İsim vermeden sarf ettiğim o sözlerden en çok üstüne alınan Agah Oktay Güner oldu. O dönemin ANAP Milletvekili Agah Oktay Güner’den başka Balıkesir milletvekilleri arasında gerçekten Balıkesirli olmayan (yani doğma büyüme ve köken itibarıyla Balıkesirli olmayan) üç isim daha vardı ama dediğim gibi üstüne en çok alınan Agah Oktay Güner oldu ve beni hemen mahkemeye verdi. Yaklaşık iki buçuk yıl süren yargılama sürecinin sonunda avukatsız olarak şahsen yaptığım savunma sanıyorum etkili oldu ve beraat kararı çıktı. Yüce Mahkeme söylediğim sözlerin hakaret olmadığına, sadece ‘beddua kastı’ taşıdığına ve beddua etmenin de yasalarımıza göre suç oluşturmadığına, üstelik beddua edileninde kimliğinin açıkça belli olmadığına karar vererek açılan davayı düşürdü, beni beraat ettirdi. Yargı’nın böyle bir karar vermesinin hemen ardından duruşmayı izleyen bir avukat arkadaşım bana sordu; “Sen eğer istersen, Agah Oktay Güner’den davacı olabilirsin.” Ben de avukat dostuma “istemem, beddua ettim ya o yüzden Allah’ından bulsun. Takdir-i ilahi de layığını mutlaka bulacaktır.” karşılığını verdim. O milletvekili bir süre sonra parti yönetimiyle ters düşerek ANAP’tan istifa etmek zorunda kaldı: O dönem iktidar ortağı olan eski partisi MHP’ye geçmeye çalıştı ama yine olmadı. Agah Oktay Güner’in siyasette son durağı DYP oldu ve oraya da Genel Başkan Tansu Çiller'e methiyeler düzerek şiirler yazarak  ve benzeri cıvık yalaklıklarla zar zor kapağı atabildi. Ancak hemen sonrasında yapılan 2002 genel seçimlerinde DYP’den aday bile gösterilmedi ve resmen ortada 'sap gibi' kaldı. Agah Oktay Güner bir daha da milletvekili seçilemedi ve böylece otuz yılı aşkın bir süredir sürdürdüğü aktif siyasal yaşamını noktalamak zorunda kaldı. Yani yüce yargının ‘beddua’ olarak kabul ettiği o sözlerim gerçekten adresine ulaşmış, 'Agah Oktay Güner, Allah katında layığını kat be kat bulmuştu.' Bu duruma benzer ikinci bir örnek ise daha yakın tarih sürecinde merhum Ahmet Edip Uğur ile aramda yaşanmıştır. Ancak 2021 yılında yani üç yıl önce Ahmet Edip Uğur hayata veda ettiği, hakkın rahmetine kavuştuğu için onunla ilgili aramızda geçen bu konuya ilişkin anekdotları burada bir kez daha aktarmak istemiyorum. Daha önce birkaç kez yazdım, anlattım ama bu kez yazmayacağım. ‘Ölünün arkasından konuşmak hiç adetim değildir’ çünkü…

Şimdi diyeceksiniz; “ona bakarsan Agah Oktay Güner’de mevtadır, Agah Oktay Güner’de yaşamını yitirdi. Peki onu niye yazdın?”

Yazdım, anlattım çünkü Ahmet Edip Uğur ile ‘aramızda her ne yaşanırsa yaşansın’ onunla sağlığında otuz iki, otuz üç yıla yakın bir süredir siyasetçi- gazeteci ilişkisinden öte ayrı bir dostluk ilişkisi ve dolayısıyla hukuku oluşmuştu. Bu samimi dostluk ilişkisi ve dolayısıyla hukuku, 2012 yılından başlayarak önce bozulmaya başlamış, 2014’den itibaren de benim tarafımdan değil çevresindeki ‘bazı asalakların hasetçe yalan ve iftiraları dolduruşları nedeniyle’ tamamen kopmuştu. Ancak ölümünden üç buçuk ay önce tesadüfen müşterek bir dostumuzun işyerinde karşılaşmış, 10-15 dakikalık kısa bir sohbet sonucu kendisiyle karşılıklı olarak biraz yumuşakça da olsa tartışmış ama sonunda orta yolu bulup helalleşmiş, bir anlamda barışmıştık. Allah taksiratını affetsin, toprağı bol olsun!..

O yüzden bu kez ‘beddua konulu’ bu yazıma bu defasında merhum Ahmet Edip Uğur’u konu etmek istemedim. Ama bir başka merhum Agah Oktay Güner’i konu etmekte de hiçbir sakınca görmedim. Çünkü merhum Agah Oktay Güner ile milletvekili olduğu dönemde sadece bir kez, o da bazı siyasi dostlarımın ağabeylerimin ricasıyla bir araya gelmiş, Balıkesirliler tarafından Karesi TV ekranlarından canlı olarak yayınlanan DOBRA DOBRA adlı siyasi söyleşi programında 40-45 dakika kadar sohbet etmiştik. Onun dışında Agah Bey ile hiçbir temasım, hiçbir görüşmem veya telefonla dahi sohbetim olmamıştı. Dolayısıyla benim nezdimde ve nazarımda, manevi dünyamda merhum Agah Oktay Güner’in merhum Ahmet Edip Uğur kadar hükmü ve hatırı yoktur, hiç olmamıştır. İyi ki de olmamıştır!..

Elbette ki, ‘aslında hiç istemesem de’ 36 yıla erişen meslek yaşamım boyunca ‘çok haksızlığa uğrayıp da çok çaresiz kaldığımda’ birilerine beddua etmişliğim lanet okumuşluğum elbette olmuştur. Eğer haksız yere o bedduaları etmiş isem (ki hiç zannetmiyorum ama) YÜCE YARADAN zaten gereğini yapmıştır, o benim şu veya bu nedenle beddua ettiklerimi, lanetlediklerimi cezalandırmamıştır, inancımdayım. Tam tersi durumlarda ise, yani o bedduaları hak edenleri Agah Oktay Güner gibilerini ‘O büyük ilahi güç’ yani ‘YÜCE YARADAN’ en layık oldukları biçimde cezalandırılmıştır. “36 yıla erişen meslek yaşamımın önemli bir kesitinde fesatlık ve hasetlik duygularıyla bana karşı sürekli fitnelik ve fesatlık yapan, türlü kötülüklerde bulunan, rızkımla ekmeğimle bile oynama cüretini göstererek o bir lokma rızkıma dahi göz dikenler, beddua etsem de etmesem de Allah katında layıkıyla cezalarını mutlaka bulmuşlar, bulmaya da halen devam etmektedirler.” Diye düşünüyorum ve manen inanıyorum.

İslam inancı; yüzyıllar çağlar boyu ‘beddua etmeyi hoş görmese tasvip etmese de’ zulme, kötülüğe uğramış insanların beddualarının kabul olduğu bilinmektedir. Gerçekten de bunun örnekleri çoktur. 'Zulme ve kötülüğe uğramış anne ve baba, zulme ve haksızlığa uğramış komşu, haksızlığa uğramış evden kovulmuş misafir, yolda zulme uğramış yolcu, hamile kadınlar, öksüz ve yetimlerin uğradığı haksızlıklar sonucu edeceği beddualar kesinlikle ve kesinlikle kabul edilirler.' Bununla beraber inanan insanların başlarına gelen kötü gibi görülen bazı olaylar onun daha büyük belalardan sakındırılması veya olgunlaşması içindir. Bu konu ayrıdır. Buna ‘BELA’ veya ‘ŞER’ demek o yüzden doğru değildir. Zira zorluklar, acılar, sıkıntılar hep bizim ruhsal eğitimimizin nefis mücadelemizin bir parçasıdır. Bu nedenle bugün bu yazımı okuyan insanlara önerim; ne olursa olsun asla adaletsizlik yapmamaları ve davranmamaları doğrultusunda olacaktır…

'Çünkü birilerine adaletsiz ve haksızca davranan insan, mutlaka edilen beddualar yüzünden az ya da çok yaptığı zulmün karşılığını mutlaka Allah tarafından görecektir. Beddua eden eğer haksızsa o zaman Allah bedduayı edene ceza verecektir!..’

O yüzden ‘SİZ, SİZ OLUN’ beddua etmeden önce dikkatli davranın, kesinlikle haklı olduğunuzu, gerçekten kötülüğe ve zulme uğradığınızı veya size karşı kötülük yapıldığını kalbiniz ve adalet duygunuz onaylıyorsa beddua edin. Aksi takdirde bunun cezasını Allah sizden veya daha kötüsü sevdiklerinizden çıkarır, inancındayım. Unutmayın! Bugün yazdıklarım, Cuma hutbelerinde verilen vaaza benzedi ama ‘İş işten geçtikten sonra’ beddua etseniz de bir faydası olmayacak, gönül huzurunuz hiç kalmayacaktır!.