Geçen hafta sabah erken saatlerde gazeteye gelirken, Yeni Çarşı esnafından çok eskiden beri tanıdığım yani otuz yılı aşkın bir süredir tanıştığım, görüştüğüm bir zat-ı muhterem kaldırımda yürürken yolumu kesti, hal hatır sorduktan sonra ayaküstü başladı anlamaya daha doğrusu hemen her şeyden yakınmaya, dert yanmaya…

 Bu adamcağız sabahın köründe adeta makineli tüfek gibi durmaksızın, hatta kelime sektirmeden, hiç teklemeksizin her şeyden şikayet ediyor, lafı bir yerden bir yere getiriyor şikayetlerini birbiri ardına devam ediyordu. Bu devirde vatandaşa her türlü biçimde büyük haksızlıklar yapıldığı söyleyip demediğini bırakmıyor, sonrasında su ve elektrik ve doğalgaz faturalarının çok yüksek gelmesinden yakınırken bir ara Büyükşehir Belediyesi’ne sallamaktan geri kalmıyordu. En nihayetinde ise esnaf işyerlerinde alışverişlerin kesat olduğuna dem vurup, ülke ekonomisinin darboğazda olduğuna enflasyonun yükseldikçe yükseldiğine dem vuruyor, lafı iktidara, cumhurbaşkanına getirip uzattıkça uzatıyor, muhalefette dahil herkesi kıyasıya eleştirip şikayet ediyordu.

Adam soluk almak için bir ara durduğunda hemen atıldım ve ona alelacele şunu söyledim;

“İyi tamam da bütün bunları niye bana anlatıyorsun, şikayet makamı ben miyim, ben bu memleketin kadrolu dert dinleme memuru muyum yahu!..”

Cevap hazırdı; “Sen gazeteci değil misin? Elbette sana anlatacağım, derdimi, sıkıntı mı, başka kime söyleyeyim ki?..”

Adamın yakındıklarının belki bir kısmında haklı olduğu taraflar vardı, dolayısıyla şikayet etmekte haklı sayılabilirdi. Ama yine de ona dedim ki;

“Dediklerini yazmasına yazalım, birilerine söylemesine söyleyelim de ama kimi kime şikayet edeceksin be güzel ağabeyciğim? Memlekette adeta at izi it izine karışmış durumda. Doğru söyleyeni dokuz köyden kovuyorlar! Herkeste bir suskunluk, bir bezginlik, bir mutsuzluk, herkes neredeyse karalar bağlanmış, sanki matem içindeyiz. Herkes neredeyse başlarına daha ne geleceğini merakla bekliyor gibi. Adeta herkes kaderine razı olmuş!..”

Çarşı esnafından o adama bu lafları sarf ettikten sonra bir de merhum Süleyman Demirel’den tam 27 sene önce bizzat dinlediğim bir fıkrayı anlattım. Eski başbakanlardan Türkiye Cumhuriyeti’nin 9.Cumhurbaşkanı Demirel, 1998 yılında Cumhurbaşkanı olarak bir vesileyle Balıkesir’e gelmişti. Demirel, şimdi yerinde ucube görünümlü, adına kafeterya denilen garip bir yapı bulunan, bir zamanlar kartpostallarda ‘Balıkesir’in simgesi’ olarak gösterilen, şehrin en görkemli binası Kervansaray Otel’in restoranında, öğle yemeğini yedikten sonra yavaşça ayağa kalkarak salonda bulunanlara hitaben konuşmaya başladı. Yaklaşık yirmi dakika ülkenin genel gidişatına ilişkin önüne konulan metinlere göz ucuyla dahi bakmadan konuşan Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, sözlerinin sonuna doğru bir de fıkra anlattı. Fıkra aynen şöyleydi;

Kadı’nın, fırının önünden geçerken burnuna güzel bir koku gelmiş. Tezgahın üstünde bulunan güveç içinde nar gibi kızarmış, sahibini bekleyen nefis bir ördek varmış. Kadı, fırıncıya ‘Ben bunu aldım’ demiş. Kadı’ya hiç itiraz edilir mi? Fırıncı hemen ördeği paket yapıp vermiş. Sonra ördeğin asıl sahibi gelmiş: ‘Hani bizim ördek?’ demiş. Fırıncı boynunu büküp ‘Uçtu’ deyince iş kavgaya dönüşmüş. Kavga sırasında fırıncı, araya giren bir gayrimüslim müşterinin gözünü çıkarınca korkup kaçmaya başlamış. Bir duvardan atlarken, bilmeden öteki taraftaki hamile bir kadının üstüne düşmüş. Kadın, çocuğunu düşürdüğü için, kadının kocası da fırıncının peşine düşmüş. Can havliyle kaçan fırıncının çarpıp devirdiği Yahudi bir vatandaş da kızıp peşlerine takılmış. Sonunda duruma müdahale eden zaptiyeler hepsini yakalayarak Kadı’nın karşısına çıkarmışlar. Kadı sırayla sormuş. Ördeğin sahibi, ‘Bu adam ördeğimi hiç etti’ diye yakınmış. Kadı, fırıncıya sormuş: ‘Ne yaptın bu adamın ördeğini?’ Fırıncı yine ‘Uçtu’ demiş. Kadı, kara kaplı defterini açmış: ‘Ördeğin karşısında tayyar yazılı. Tayyar da ‘Uçar’ anlamına gelir. O halde ördeğin uçması suç değildir!’ diyerek fırıncının salıverilmesine karar vermiş. Kadı daha sonra gözü çıkan gayrimüslim vatandaşa sormuş, onun şikayetine de kara kaplı defterden bir madde bulmuş; ‘Her kim, gayrimüslimin iki gözünü çıkarırsa o Müslüman’ın da de tek gözü çıkarıla!..’ Diye hüküm vermiş. Davacı ‘Peki şimdi ne olacak?’ diye sorunca Kadı, ‘Şimdi!..’ Diye haykırarak söze girmiş ve ‘Fırıncı senin öbür gözünü de çıkaracak, biz de onun tek gözünü çıkaracağız.’ Elbette bu durum karşısında gayrimüslim şikayetinden hemen vazgeçmiş, fırıncı bu davadan da hemen beraat etmiş. Ama çocuğunu kaybeden kadının kocası şikayetinde ısrarcı olunca Kadı, ‘Tamam’ demiş, ‘O halde karını vereceksin, bu adam yerine yeni çocuk koyacak!..’ Durum böyle olunca karı koca da hemen şikayetlerini geri almışlar ve fırıncı bu davadan da kurtulmuş. Kadı bu sefer dönmüş Yahudi’ye: ‘Senin siyasetin nedir efendi?’ diye sormuş. Yahudi ellerini havaya açmış, ‘Ne diyeyim kadı efendi’ demiş, ‘Adaletinle bin yaşa, çok yaşa sen e mi?’

Bu fıkradan çıkan kıssadan hisse herhalde ‘Ebeni de ananı da öpen kadı ise kimi kime şikayet edeceksin?’ olmalıdır!..