Bugünkü yazımın başlığı yeni bir yazının başlığı değil. Yani çok eski de değil…

Daha dün gibi anımsıyorum, 12 Temmuz 2016 yılında o günkü DEMOKRAT gazetesinde yayımlanan yazımın başlığı bu başlık…

Bugünden itibaren 15 Temmuz 2016’da yaşayan ‘O HAİN KALKIŞMA’ süreci öncesi ve sonrasında neler yazmışım, hangi görüşlerimi, düşüncelerimi o günlerde dile getirmişim, sizlere anımsatmak istedim. Bugünden itibaren önümüzdeki birkaç gün içerisinde DOBRA DOBRA sütunlarında dokuz yıl önce yayımlanan yazılarımı biraz özetleyerek sizlere tekrar sunmak, anımsatmak istiyorum. İşte sizlere 12 Temmuz 2016 tarihinde yayımlanan yazımın geniş özeti; 

 

“PDY ve FETÖ yani Paralel Devlet Yapılanması ile Fethullahçı Terör Örgütü olarak adlandırılan Cemaat’e dair yakın geçmişte epeyce yazdığımı bilenler son süreçte neden bunlar hakkında tek satır dahi yazmadığımı sormaya başlayınca cevabi bir şey yazmanın, bir şeyleri anlatmanın kaçınılmaz olduğunu düşünmeye başladım. Dokuz günlük uzun bayram tatili esnasında ‘gerçi bizim bayram tatilimiz iki gün sürdü ya neyse’ evde otururken İnternet’i açtım, bilgisayarımdan mail hesaplarımı kontrol ettim. Bir de baktım ki yazılarımı sosyal medya üzerinden sadık okurlarımdan sevgili dostlarımdan biri bana şöyle bir ileti göndermiş; “Neden artık paralelciler hakkında hiç yazmıyorsun, memlekette paralelci mi kalmadı, yoksa sen onlardan korkuyorsun da mı yazmıyorsun?” Bu iletiyi okuyunca biraz önce yukarıdaki satırlarda da belirttiğim gibi paralelcilere ilişkin yani cemaatçilere dair bir şeyler yazmanın farz olduğu kanaatine vardım. Öncelikle geçmişe kısa bir yolculuk yapmamız gerekiyor. Şimdilerde ‘paralelciler’ diye adlandırılan ‘Fethullah Gülen Cemaati’ ile ilgili yazı yazmam, radyo mikrofonları, televizyon ekranları aracılığıyla yorum yapmam 90’lı yılları ortalarına dek uzanır. Cemaat’in henüz yeni palazlanmaya başladığı 90’lı yılların başında Balıkesir yerelinde onların hangi köşe başlarını tutmaya başladıklarını, nihai amaçlarının ne olduğunu, hangi hesaplarla nerelere çöreklendiklerini görmüş ve kalemimin gücü oranında, dilimin döndüğünce anlatmaya yazmaya başlamıştım. O zamanlar 2000’li yıllardaki kadar güçlü olmadıklarından birilerini araya sokarak yani ‘direkt değil endirekt biçimde’ beni kibarca uyarmış, üstü kapalı ima yoluyla kof tehditler savurmaktan öteye gidememişlerdi. Bu yöntemlerin bir işe yaramadığını anlayınca da beni kendi saflarına çekmek için daha iyi olanaklarla iş ve para teklifleri dahi yapmışlardı. Elbette tüm bu teklifleri elimin tersiyle itmiş, geri çevirmiştim ama bazı meslek büyüklerimin tavsiyesiyle onlardan olabildiğince uzak durmaya ve bulaşmamaya da azami gayret göstermeye başlamıştım. Cemaat her alanda örgütlenmeye, palazlanmaya dolayısıyla güçlenmeye 2002 yılında AKP’nin tek başına iktidara gelmesinden sonraki süreçte hız vermişti. O yıllarda Balıkesir’de yerel bir televizyon kanalı olan Karesi TV’de çalışıyordum. Cemaat unsurları basın ve medya dünyasında da etkili olmaya başladıklarından onların Balıkesir’deki uzantıları aracılığıyla bize daha doğrusu televizyona da et atmışlardı. Bizimle sahip oldukları ajansların temsilcileri aracılığıyla temas kurarak türlü maddi olanakları vaat ederek kendi şemsiyeleri altına girmemizi istiyorlardı. Ben kişisel olarak bu türden teklifleri geri çevirdim ama çalıştığım yerel TV kanalının sahipleri ve diğer yönetici pozisyonundaki elemanları söz konusu tekliflere tereddütsüz kabule ettiler, deyim yerindeyse tamamen duygusal nedenlerle(!) balıklama atladılar. Cemaatçiler, televizyonu reklam ve sponsorluk gibi maddi girdiler sağlayarak büyük ölçüde avuçlarına almayı başarmıştı ama o zamanlar bana pek fazla diş geçiremiyorlar, istediklerini yaptıramıyorlardı. 2010 yılının 12 Eylül tarihinde gerçekleştirilen referandum bu noktada benim açımdan negatif anlamda bir dönüm noktası olmuştur. O süreçte yani hoca kisveli FETOŞ’un yani Fethullah Gülen’in “mezarlıkta yatanlar dahi kalkıp sandık başına gitmeli anayasa değişikliklerine evet oyu vermelidir!” şeklinde fetva verince tüm memleket sathında olduğu gibi Balıkesir’de de cemaat uzantıları düğmeye basmış, AKP iktidarının kudretini daha da perçinlemesi amacıyla bastırdıkça bastırıyor, dolayısıyla benim gibiler üzerinde amansız baskılar epeyce artıyordu. Hiç unutmam, dönemin ADD Genel Başkanı Tansel Çölaşan Balıkesir’e gelmişti. Onunla bir söyleşi programı yapmak amacıyla dolaylı biçimde temas kurmuş, olumlu yanıt almıştım. Nereden duydularsa duymuşlar. AKP’liler ve onların o dönemdeki destekçileri olan cemaatçi tayfası, hemen karşı bir hamlede bulunmuş, o zaman ki Balıkesir milletvekili ve AKP Genel Başkan Yardımcısı Ahmet Edip Uğur ile benim program yapmam ve Tansel Çölaşan ile yapmak için sözleştiğim program çekimlerinin iptali için var güçleriyle bastırıyorlardı. Elbette ben böyle bir duruma izin vermeyeceğimi söyleyerek karşı çıktım ve Tansel hanımla o söyleşi programının bant çekimlerini gerçekleştirdim. Hemen ardından da Edip Uğur ile ertesi akşam yayınlanacağı söylenen söyleşinin çekimlerini gerçekleştirdik. Akşam eve gidip televizyonu açtım, karşısına geçip baktım, bir de ne göreyim. ADD Genel Başkanı Tansel Çölaşan’ın gündüz saatlerinde bant çekimi gerçekleştirilen program yerine Edip Uğur ile çekilen ve ertesi akşam yayınlanacağı söylenen, ilan edilen program yayına sokulmuştu. Hemen telefon ederek sözde genel müdüre sordum; “Bu nedir yahu, neden böyle yaptınız?” Aldığım cevap çok manidardı; “Sen görevini yaptın. Her ikisiyle de program çektin. Daha ne istiyorsun? Biz böyle bir değişiklik yaptık. Tansel Çölaşan ile çektiğin program gece geç saatte de olsa yayınlanacak sen merak etme, fazla da bu işlere burnunu sokma!” O günün cemaatçileri, bugünün paralelcileri sponsor olmuş, yani bir başka deyişle parayı bastırmış, Edip Uğur ile program çekimi yapılmasını sağlamış, dahası diğer programın yani Tansel Çölaşan ile çekimleri daha önce yapılan programın yerine yayınlanmasını sağlamışlardı.

Bitmedi, daha anlatacaklarım çok ama yarına kaldı…”

Evet, yarın da yine bu sütunlarda 13 Temmuz 2016’da bu konuya dair yazdığım bir diğer yazımı sizlere biraz özetleyerek yıllar sonra tekrar sunacağım.