KAPİTALİST PARLAMENTARİZM FAŞİZMİN KAPISINI MI AÇIYOR?

Son dönemde siyasetin felsefesini bilen ve irdeleyerek yapanların dillerinden
düşmeyen bir tez ortaya atılmış durumdadır. Öncelikle belirtmek isterim ki
bendeniz de bu konuya aklımın ve dolayısıyla bilgimin yettiğince kafa yorunca
kapitalist Parlamentarizmin yadsınamaz bir sırrı daha doğrusu bir gizemi
olduğunu düşünmeye başladım. Bu durumu sadece ben değil elbette daha
yetkin olanlarda keşfetmiş görünüyor. Sözünü ettiğim sırrı yani gizemi keşfeden
kimi siyasi liderler, hükümetlerini dolayısıyla iktidarlarını ne pahasına olursa
olsun muktedir ve de kalıcı bir ‘iktidara’ dönüştürmeye kalkışıyorlar. Elbette
bunun sonucunda süreç olarak kaçınılmaz biçimde faşizmin kapısını da açmış
oluyorlar. Bu söylediğimin en bariz örneğine daha geçenlerde İngiltere de tanık
olmadık mı, olduk!..
İngiltere’de şimdinin Başbakan Boris Johnson, daha düne kadar yaşamı
skandallarla dolu bir gazeteci ve fenomen bir siyasetçiydi, etrafında “kronik
yalancı ve asla güvenilmez bir adam” olarak bilinirdi. Partisinin en sağ
kanadına, Brexit’i savunarak adeta yamandı, onun üzerinden sağladığı destekle
başbakan oldu, ancak sebep olduğu rezillikler, skandallar bir türlü bitmedi.
Türlü yalanlar üzerine kurulu Brexit, bir ekonomik yıkım makinesine dönüştü.
Boris Johnson, parlamentoyu saf dışı bırakıp askıya alabilmek için kraliçeye,
başbakanlık binasında “eskord kızların da katıldığı parti düzenledi” iddiaları
karşısında parlamento kürsüsünden yalan söyledi ancak, polis
soruşturmasından, ceza almaktan kurtulamadı.  Ardından sudan sebeplerle
danışmanları peş peşe istifa ettiler. Mecliste yalan söyleyen bir temsilcinin,
teamüller gereği, istifa etmesi gerekiyordu. Ancak Johnson, anladığım kadarıyla
parlamentarizmin bu iki “epeyce müstehcen sayılabilecek
sırrına” güvenerek “İstifa etmezsem ne olur, ne yapacaklar ki?” diyor ve öyle
de davranıyor. Nu durumda haksız da değil, istifa etmezse, partisi görevinden
almazsa Boris Johnson’dan kurtulmak olanaksızmış gibi görünmektedir.
İngiltere’de Boris örneğinden hareketle şu hususu özellikle belirtmek istiyorum.
Parlamenter rejimin istikrarı, güçler ayrılığına, güçlü bürokrasilere, siyasette
genel kabul görmüş teamüllere ve “toplumsal mutabakata” dayanır,
dayanmalıdır. Seçilen hükümetler, liderler bu “teamüller” yani eğilimlerle
yasalar ve uzman bürokratlar yoluyla denetlenirler. Yasalar bir yana, teamüllere
uymayan liderlerin görevlerini bırakmaları gerekir. Parlamenter rejimde, siyasi
iktidar söz konusu olduğunda, esas olan hükümet ve liderler değil devlettir.
Teorik olarak, hükümetler değişir ama devletin teamülleri yani eğilimleriyle

yasalar ve bürokrasi asla değişmez, değiştirilemez. İşte sizlere bahsettiğim
Parlamenter rejimin ilk ‘SIRRI’ yani gizemi burada gizlidir. Toplumsal
mutabakatın bozulduğu bir ortamda mecliste çoğunluğa sahip bir lider, bu
çoğunluğu kullanarak, devleti bir anda ele geçirebilir. Bu durumda
onu “hükümetin başı” konumundan “iktidarın başı” konumuna sizler farkına
varamadan aniden yükselebilir. O siyasi lider de devleti, toplumu, ekonomiyi ve
de kültürü yeniden şekillendirebileceğine inanmaya başlar. Ancak devleti,
toplumu, kültürü yeniden şekillendirmek, yıkmaktan çok daha zordur. Bu zorluk
zamanla toplumu parçalamaya başlar. Parlamenter rejimin ‘ikinci  sırrı’ ise
egemen ideolojiye ilişkindir. 1980’lerde kapitalizmin yapısal krizi içinde, kriz
öncesinin egemen ideolojisi verimliliğini kaybetti, toplumların egemen anlamlar
yüklü sisteminin, toplum, sınıf, ilerleme, kalkınma, dayanışma, sosyal devlet,
vatandaşlık hakları, gerçek gibi kavramları neoliberalizmin, post modernizmin
etkileri altında giderek belirsizleşti, anlamsızlaştı. Bu türden belirsizlikler
parlamenter sistemin içinin boşaltılmasını kolaylaştırdı. Dünya üzerinden yakın
tarihi baktığımızda Clinton ve Blair’den başlayarak kimi siyasi liderler, bu
belirsizlik içinde, toplumun gündemini, kalıcı anlamların oluşmasına fırsat
tanımadan hızla değiştirerek başarısızlıklarını gizleyebileceklerini keşfettiler.
Bunun için, batıda İngilizce ‘Guy Debord’ adlandırılan ‘Gösteri Toplumunun’ 
ekranlarında her zaman, önemli bir şeyler yaparmış, anlamlı şeyler söylermiş,
büyük laflar edermiş gibi görünür olmaya büyük önem verdiler ya da verirmiş
gibi yaptılar. Bu iki sırrın kesiştiği yerde de kiminin adını verdiğim o siyasi
liderler, devletin kurumlarını, ekonominin kaynak dağıtım kanallarını
kendilerine bağlayarak, her gün yalan, yanlış beyanlarla, rakiplerine yönelik
simgesel şiddete kadar varan iftira ve hakaretlerle dolu bin bir türlü biçimde
gündem değiştirerek, ‘yerinden asla indirilemez’ türden bir konuma ulaşmayı
amaçlayıp hedeflediler..
Boris Johnson örneğine yeniden dönersek, adam iktidarda kalabilmek için
yasaları, kurumları değiştirmeye, bürokrasiyi zayıflatmaya devam ediyor,
İrlanda barışını tehlikeye atmaktan çekinmiyor, göçmenleri Ruanda’ya sürmek,
yeni gelenlerin ayaklarına elektronik pranga takmak istiyor. Ülkede yükselmeye
başlayan grevler üzerinden toplumu kutuplaştırmaya çalışıyor. Böylece,
İngiltere’de de “bir süreç olarak faşizm” şekillenmiş oluyor. Gerçi İngilizler
cahillerin egemen olduğu aptalı bol olan başka ülke toplumlarına benzemez,
ülkelerinde örtülü de olsa FAŞİZME ASLA GEÇİT VERMEZLER AMA..