İSTENMEYEN MİSAFİR

Yokluğunun hissedilmediği yere varlığını götürmeyeceksin.
  
Dış kapıyı geçip merdivenleri ağır ağır çıktı kadın. Nasıl karşılanacağını ve canının nasıl sıkılacağını bilmesine rağmen, kapıya doğru yürüdü. Bir an geri dönmek istedi ama vazgeçti. Çünkü oğlunu görmek zorundaydı. Zili çaldı, epey bekledi. Torununu çok özlemişti, eğer kapıyı o açarsa kucaklayıp sarılıp onu doya doya öpecekti.
İçeriden oğluyla gelinin kapı açma konusundaki tartışmaları duyuluyordu. "Sen aç." "Hayır sen aç." Neden sonra onlar değil de, torunu açtı kapıyı. Kadın sevindi, ayaklarını çıkarıp tam ona sarılacaktı ki torunu yarım bir ağızla ve asık suratla "Merhaba" dedi ve arkasını dönerek gitti. Televizyonun karşısına başköşeye, ayaklarını boylu boyunca uzatıp oturdu ve filmin devamını seyretmeye koyuldu. Kadın yalnız başına kalakaldı antrede. Kapıyı kapadı, pardösüsünü, başörtüsünü çıkardı. Nereye koyacağını şaşırdı bir an. Neyse ki gelin hanım teşrif etti, aldı elinden. Salona girince oğlu zoraki bir şekilde lutfedip kalkabildi yerinden. Birden çok tedirgin oldu kadın. Böyle istenmeyen misafir olmaktan nefret ederdi. Bu yüzden oğlunun evi de dahil, hayatta hiç kimseye çat kapı gitmezdi. Muhakkak haber verirdi önceden. Şimdi de telefon etmiş, öyle gelmişti. Biliyorlardı geleceğini. Salonda kapıya en yakın bir iskemleye emanet gibi ilişti. "Böyle buyur." dedi oğlu soğuk bir halde, televizyonun karşısındaki koltuğu gösterip. "Hayır, oğlum gideceğim, oturmayacağım, seyredin siz filminizi." ‘Ekşimeyeceğim başınıza’ diyecekti vazgeçti. Cebinden bir kâğıt çıkardı, uzattı oğluna. "Bak bir şuna." dedi. Bir mahkeme celbi gelmişti. Onu göstermek için uğramıştı. Oğlu yazıyı okudu. Sonra "Ben hallederim." dedi. "Senin gitmene gerek yok." "Bir kahve yapayım." dedi gelin, isteksizce. "Hayır, teşekkür ederim. Gideceğim."
Oturmasıyla kalkması bir olmuştu. Aldı pardösüsünü ve attı kendini sokağa. Can sıkıntısından ve sinirden başına bir ağrı saplanmıştı. Derinden bir soluk aldı, başını kaldırdı, çiseleyen yağmura doğru tuttu yüzünü. Biraz rahatlayabildi. Eve gitmek istemedi canı. Biraz dolaşıp içindeki sıkıntıyı dağıtmalıydı. Yakındaki parkın yolunu tuttu. Nasıl bir huzur veren sessiz havası vardı parkın. Sarı yapraklar altınlar gibi kaplamıştı her yanı. O sıkıcı ve kasvetli havada ilahi bir ışıkla aydınlanmış gibiydi her yer. Hazan mevsimi olduğu için yapraklara dökülen yağmurun, fıskiyeden fışkıran suların sesini dinledi. O tatsız karşılaşmanın ezikliğiyle düğüm düğüm olmuş yüreği gevşedi, yumuşadı. Biraz daha rahatladı içi.
Çoluk çocuk yetiştirmek boş muydu acaba? Aslında yalnızdır insan, yapayalnız. Doğduğundan beri. Eli ayağı tuttuğu için muhtaç değildi onlara. Sık sık gidip rahatsız etmek etmiyordu. Ama yine de böyle ilgisiz, baştan savma karşılanmaktan da kurtulamıyor ve içi inciniyordu. Anne baba evlat büyütür, yetiştirir ama o evlatlar kaç tane olursa olsunlar, bir anne babaya bakamazlar. Yine baba oğluna bir bağ bırakır ama oğlu babasına o bağdan bir salkım üzüm vermeye kıyamaz.
Gözleri nemlendi kadının. İçini çekti derin derin. Şimdi tek dileği böyle evlatlara ve kimseye yük olmadan yaşamak ve ölmekti. İnce esen bir rüzgâr gibi veya buharlaşan bir su zerreciği gibi kimsenin haberi olmadan ölmek istiyordu. O sessiz yalnız dünyasında bunu diledi Allah'tan.
"Annen bir tuhaf." dedi gelin umursuzca, kabuğunu temizlediği fıstığı ağzına atarken. "Ateş almaya gelmişti sanki. Gelmesiyle gitmesi bir oldu. Otur işte şurda bir kahve iç. Burası da oğlunun evi canım. Yabancı gibi tutuyor kendini." "Öyledir." dedi oğlu, umursamazlıkla. "Annem çekingendir." "Soğuktur desene şuna. Baksana bir tanecik torununa bile sarılıp öpmedi ayol." Ve ağzı açık keyifle yemeye devam etti fıstıklarını. Allah hepimize başta evlat olmak üzere her şeyin hayırlısını nasip etsin.