İçinde doğduğumuz, büyüdüğümüz, yaşadığımız ve öldüğümüz bu dünyayı biz yaratmadık. Onu Allah yarattı ve bize armağan etti.  Biz bu dünyayı, bütün güzellikleri, çirkinlikleri, bütün iyilik ve kötülükleri, bütün helal ve haramları, bütün doğru ve yanlışları hazır olarak bulduk. Kendi yaratılışımızda da en küçük bir irade ve payımız yoktur. Doğduğumuz zamanı ve mekânı, anamızı babamızı biz seçmedik. Vücudumuzda ki her şeyden kafamızdan,  gözümüzün rengine, aklımızdan derimizin rengine,  büyüklüğümüze,  küçüklüğümüze ve ne kadar yaşayıp öleceğimize kadar hiçbir şeyimizde bizim irademiz yoktur.

   Kendi irademizle doğmadık, mecburen yaşıyor ve istemediğimiz halde ölüyoruz. Yaşadığımız hayat ve dünya güzel mi,  yoksa değil mi. Bazen evet, bazen de hayır. Yeri geldi mi bazen –Hayat yaşamak ne güzel diye seviniyoruz, bazen de –Başım seninle dertte, batsın bu dünya diye kahrediyoruz.

   Biz bu dünyada mutlu muyuz? Bazen evet bazen de hayır dediğimiz gibi bu dünyada nasıl yaşarsak yaşayalım,  hangi eseri yaratırsak, hangi güzelliği yaşarsak yaşayalım bu dünyada sürekli bir mutluluğa kavuşamayız ve çoğu kez bu dünyadan şikâyet ederiz.

  Bu dünyanın en sevilmedik yani fani ve yalan olmasıdır. Biz bu hayata ebedi olarak bakarken bu dünya bize ne yazık ki ne kadar yaşarsak yaşayalım sonunda ölümü sunmaktadır. Öyle olunca da biz bu dünyayı nasıl sevebiliriz ki. Belli ki bu dünya bize yetmemektedir. Bizim başka dünyaya ihtiyacımız vardır. Her şeyden önce bu dünya fani olmamalı, bize sonsuz hayatı vermeli, bir eğlence ve oyun değil, her şeyiyle gerçek olmalı, bize yalan bir hayat değil bir gerçek yaşatmalıdır. Orda hayat bir düş ve uyku olmamalı gerçek bir ebedilik tecelli ettirmelidir.

  Anatomik olarak bu dünyanın çamurundan ve toprağından yaratıldığımız ortada. Ama içimizde bu yalan dünyaya aykırı düşen bir ruh taşıdığımızda inkâr edilemez. Besbelli ki ruhumuz bu dünyanın malı değildir. O İlahi bir soluk olarak sonsuzluğun kokusunu almaktadır ve bu yüzden tedirgin olmaktadır. Daha doğrusu ruhumuz bu dünyayı yalan ve fani gördüğünden ebedi bir hayatın hasretini çekmekte ve arzulamaktadır. Herkes cenneti istemekte ama ölmeyi hiç istememektedir. Oysaki cennete gitmenin tek yolu ölümden geçmektedir. Ölmeden cennete gidilmiyor ki.

  İnsanoğlu yaratılışından beri, tarih boyunca ilim adamlarından, fikir adamlarından ve düşünmesini bilen herkesten bu ümidi doğrulayacak bir cevap aradı durdu. Ama bazıları ona bu konuda şüphe, bazıları ümit, bazıları da ümitsizlik telkin ettiler. Maalesef insanoğlu o günden beri tedirgin huzursuz ve sorusuna cevap aramaktadır. Bu dünya bize yetmediğine ve yalan olduğuna göre gerçekten bir ebedi hayat ve ebedi dünya  var mıdır. Bütün mesele buradadır.

  Bu konuda daima doğru söyleyen şanlı peygamberler dizisi ve son Peygamber imdada yetişti ve bize şu mesajı ulaştırdı. Bütün mukaddes kitaplarda olduğu gibi yüce kitabımızda da buyurulur ki –Her canlı ölümü tadıcıdır, sizi bir imtihan olarak hayır ve şer ile deniyoruz, nihayet bize döneceksiniz. Siz insanlar, dünyanın yalnız görünen dış tarafını bilirsiniz, ahretten ve gerçek hayattan gafil ve habersizsiniz.  Gerçek olan bir şey var ki bu dünya hayatı bir eğlenceden, bir oyundan başka bir şey değildir. Ölümden sonraki hayat yani ahret yurdu şüphe yok ki o asıl hayatın ta kendisidir. Bunu bilir ve buna göre yaşarsak ebedi hayatımızı ancak öyle kurtarabiliriz.

  Sağlık ve esenlik dileklerimle. Em. Sağ. Yazar. Aslan TORUN