FAZLACA ÖZEL HİSSİYATIMI YAZDIM..

Daha önce de yazdım, birkaç kere..

En son geçen yıl Mart veya Nisan ayıydı sanırım benzer başlık ve içerikte bir yazım yine bu sütunlarda yine BİRLİK gazetesinde yayımlandı. Beni bilenler bilir ‘zaruret hasıl oldu’ diye başlarım ve yazarım. Bugün yine o günlerden biri ve ben yine ‘zaruret hasıl oldu’ ve yazıyorum yine.. 

Yedi, sekiz yaşlarından beri yani 49-50 yıldır, hemen hiç aksatmadan gece yatmadan önce ve sabah kalktığımda, yüce Yaradan’a şöyle yakarırım; “Allah’ım beni ve ailemi, her türlü fitnelikten, fesatlıktan, hasetlikten, kem gözlerden, tüm kötülüklerden, kaza ve belalardan koru ve kolla. Benim ve ailemi hayırla ve hayırlılarla karşılaştır, kötülerin şerrinden, kaza ve beladan uzak tut, hakkımızda daima hayırlısını nasip eyle, bizleri doğru yoldan ayırma ya Rabbi..”

Kırk dokuz yılı aşkın bir süredir ettiğim bu dua, Allah katında kabul görmüş olacak ki, 56 yılı tamamlayan 57 yaşa erişen ömrü hayatımda, sekiz ay sonra 35 yıla erişecek meslek yaşamımda, çok büyük ölçüde, hayatiyet arz edecek biçimde, ‘şükürler olsun ki, kaza, bela ve felaket yaşamadım.’ Son 42 yıllık süreçte sırasıyla babamı, genç yaşta teyzemin büyük kızı olan Nildağ ablamı, İsmail eniştemi, anneannemi, Remzi dedemi, babaannemi, büyük halamın kocası Mustafa eniştemi, 2008 yılında annemi, 2010 ve 2011 yıllarında ortanca ve büyük halalarımı, öncesinde yani 2010 yılı Şubat’ında büyük halamın ortanca oğlu Fuat Seyrekoğlu ağabeyimi, önceki yıl, 2021 yılı Haziran ayında üç halamın en küçüğü olan Emine halamı hemen ertesi yıl yani geçen yıl 5 Ağustos’ta ise  kıymetli kayınvalidem Nuran Özsaygı’yı yitirmenin acılarını ve üzüntülerini yaşamama rağmen, ‘takdir-i ilahi budur, kader böyleymiş’ diyerek kabullendim, bu kayıplarımdan dolayı asla Yüce Yaradan’a isyan etmedim..

Dedim ya 8 ay sonra 35 yıla erişecek meslek yaşamım boyunca, doğruluktan, dürüstlükten, başta büyük üstat merhum Ekrem Balıbek olmak üzere çoğu bugün hayatta olmayan meslek büyüklerimizden gördüğüm feyz ve terbiyeden ayrılmadım, asla taviz vermedim. Elbette hatalarım, yanlışlarım, kusurlarım da oldu, bu süreçte, ama o hata ve kusurlar, deneyimsizlikten kaynaklanan, acemilik evrelerinde yaşanan asla art niyet taşımayan hata ve kusurlardı. Meslektaşlarımın her birine karşı, hep iyi niyet, saygı ve sevgi içinde yaklaştım, saflık içinde bir sevecenlikle davrandım, istisnasız tümüne..

Ancak çok samimi olarak itiraf etmeliyim ki; Meslektaşlarımın büyük çoğunluğundan en azından aynı ölçüde, iyi niyet taşıyan tavır ve davranışlar ile belirgin biçimde sevgi ve saygı kesinlikle görmedim, halen de görmemekteyim. Hilmi Duyar, Doğan Alparslan, Ahmet İmren, Mustafa Sütçüoğlu, Tansel Kıpçak gibi birkaç isim hariç elbette. Tüm bunların aksine bazılarından görmediğim kötülük, görmediğim hasetlik, fitnelik, fesatlık ve art niyet hatta çok kabaca olacak ama ‘PUŞTLUK’ kalmadı. Bazıları ise, daha ileri giderek meslek yaşamımın değişik evrelerinde, ekmeğimle oynama, yalanlar üzerine kurulu senaryolarla iftira, çamur atma ve de karalamaya yeltenme cüretini dahi gösterdiler. Tüm olumsuzluklara karşın, hep dik durmaya, ‘onlarla, onlar gibi olmadan’ başa çıkmaya mücadele etmeye çalıştım. Sonuçta kazanan, haklılığı er ya da geç ortaya çıkan hep ben oldum. Bu durumda kendime olan inancımı ve güvenimi arttırırken, Allah inancımı da pekiştirerek daha da sağlamlaştırdı. Gazetecilikte, geçmişte ‘ağabey’ dediklerimin çoğu dolayısıyla sonsuz derecede sevgi ve saygı duyduklarımın büyük bir kısmı, dönemsel açıdan bazı sıkıntılar yaşadığımda, sığınacak güvenli bir liman aradığımda, maalesef, ‘nihayet elimize düştü!’ dercesine ve dedirtircesine, sanki kölesiymiş gibi, beni kullanmaya, bir limon gibi sıkabildiği kadar sıkıp, sömürtmeye azami gayret gösterdiler. Bu tiplere en bariz örnek şimdi bu meslekte adı sanı dahi geçmeyen Özcan Özakbaş’tır, Anlattığım biçimde gerçek yüzlerini hazin biçimde gördüğüm, o sözde ağabeylerden(!) hemen uzaklaştım, halen de onlardan uzak durmaya gayret ediyorum. Yeri gelmişken söyleyeyim, 2016 yılının sonlarında başlayan bu son zorlu süreçte ise bana gayet iyi niyetli biçimde, saygı ve sevgi dolu yaklaşım gösteren, ellerindeki olanaklar ölçüsünde kucak açan Aykut Konya ve Arzu Güler kardeşlerime içtenlikle bir kez daha teşekkür ediyor, şükranlarımı sunuyorum. Onlar sayesinde altı buçuk yıl öncesinde başlayan zorlu süreçte daha doğrusu ‘bu garabet dolu garip alemin içinde tamamen bana ait olan küçük ama çok temiz yeni bir dünya kurdum kendime..’

Bütün bunları neden anlatma gereği duydum, anlattım, biliyor musunuz?

Benim, 35 yıla erişmeye ramak kalmış meslek yaşamım boyunca 'kimsenin sıfatından suret çıkartmaya asla niyetim olmadı' bundan sonra da kesinlikle olmayacaktır!.

O yüzden birilerinin, hele ki derelerin altından çok sular akmasına rağmen kendini hala bir halt sanan o bahsettiğim İBİŞLER’in, kendi haline bıraksan iki kazı güdemeyecek ve de iki lafı bir araya getirip doğru bir cümle kuramayacak kadar aciz ve zavallı bir çoğu da ‘FETÖ artığı, METÖ bulaşığı’ olan o birilerinin nafile biçimde hala benimle uğraşmaları, adice tezgah kurmaya yeltenmeleri, hiç ama hiç işe yaramayacak, ‘bana dair o hain hesapları, er ya da geç bu dünyada ama öteki dünyada yani ahirette onların önüne yüklü birer fatura şeklinde ama cehennem çukurunda ama Silivri zindanlarında ödenmek üzere konulmuş olacaktır!.’ 

Geçenlerde bir yazımda da belirttiğim gibi bazen ‘zaruret hasıl olduğunda’ böyle adrese teslim, kişisel özelimdeki duygu ve düşüncelerimi paylaştığım yazılar kaleme alıyorum. Eğer bugünkü yazım bazılarınız tarafından eğer beğenilmediyse, ‘fazlaca özel’ bulunduysa lütfen kusuruma bakmayın!

Bugün de böyle olsun!.