FAŞİZME KARŞI SOL’UN SORUMLULUĞU VARDIR!

Kapitalist toplumları günümüzde artık ‘liberal demokrasi’ ile yönetmek çok zorlaşmış durumdadır. Bu zorluğun, olanaksızlığa dönüşmeye başladığı koşullarda faşizmin çeşitli unsurları seçeneklerin içine girmeye başlamıştır. Buradan da anlaşılacağı üzere, ne yazık ki, günümüzde ‘gerçeklik’ kavramı kesinlikle demokrasiden yana değildir, yani olamaz!..

Şöyle ki; Kapitalizmin, günümüzde birbirini besleyen çelişkilerinden oluşan ‘yapısal anlamda krizini’ bugünlerde tarihçi Adam Tooze, ‘Polycrisis’ diye tanımlarken, ekonomist Nouriel Roubini ise ‘mega tehditler’ olarak tanımlamaktadır. Bu türden tanımlamalar, birbirini besleyen bir ekonomik, jeopolitik ve iklim krizleri ‘kümesine’ işaret etmektedir. Ancak sözü edilen ‘kümenin’ temelini oluşturan ‘unsurlardan’ bir anlamda TÖZ’ ünden hiç söz etmemektedir. Şimdi ‘TÖZ nedir?’ Diye sorduğunuzu duyar gibiyim. Efendim, TÖZ; Evrenin oluşumunu açıklamaya çalışan felsefelerin ilk ana unsur olarak düşündükleri soyut varlıktır. Yani felsefi bir terimdir. Töz; Varlık, öz, değişen şeylerin özünde değişmeden kaldığı varsayılan idealist anlam taşıyan bir kavramdır, aynı zamanda. Bu ‘TÖZ’ kavramının dünya üzerinde konuşulmaya başlandığından beri de olanaksızlıklarla çözümsüzlüklerle, artık işlemeyen modellerle karşılaşılmış olmaktadır. Bu ‘TÖZ’ kavramı tarihsel anlamda karşımıza ‘artık değer’ ve onun ifadesi olan kapitalist üretim tarzı olarak, yani bu tarzın sergilediği biçimlerle de çıkmaktadır. Bu ‘töz’ kavramı bağlamında düşününce de ‘büyüme’ kavramı altında saklanan ‘birikim’ ile  ‘kar maksimizasyonu’ ve ‘rekabet’ gibi önceliklere bağlı kalındığı sürece, ‘Polycrisis’ diye adlandırılan ‘Mega tehditler’ olarak tanımlanan ‘yapısal krizleri’ aşmanın olanaksızlığını görülmüş olmaktadır. Örneğin, enflasyon ile durgunluk ve resesyonun birleştiği durumları ifade eden ‘stagflasyonu’ ele aldığımızda birine karşı alınacak önlemler diğerindeki sorunu derinleştirmektedir. Bu ikilemden çıkabilmenin tek yolu üretkenliği, bir anlamda ‘artık değer’ üretimini, diğer bir deyişle kapitalist sömürüyü hızla artırmaktan geçtiği anlaşılmaktadır. Böylesi durumlarda halkın seçkinlere, varlıklılara, yöneticilere yönelik öfkesi ise sömürüyü hızlandırmaya yönelik önlemlere ‘rıza göstermeye’ krizlerin yükünü taşımaya niyetli olmadıklarını ortaya çıkarmış olmaktadır. Böylece, rıza almaya değil, dayatmaya öncelik veren ‘FAŞİZM’ gibi ‘rejim modelleri’ seçenekler içine girmektedir, kaçınılmaz olarak..

Belki de anlaşılmaz bulabileceğiniz bu akademik, bilimsel dille anlattığım durumu daha anlaşılır olması bakımında bir örnek vererek anlayım isterseniz; Yakın zamanda yaşamaya başladığımız ‘İKLİM KRİZİ’ sürecinde ‘küresel ortalama’ sıcaklık artışının (1) Bir santigrat derecenin altında kalması gerekiyordu. Oysa sıcaklık Bir (1) nokta iki (2) ve zaman zaman bir (1) nokta beşe (5) kadar yükseldi ve bizler bu durumu kabullendik, hatta normal karşıladık. Hiçte normal seviyelerde olan bu durum karşısında daha şimdiden, dünyanın kimi bölgesinde tarımsal üretim yapmak, su kaynaklarını korumak, yaşamak olanaksız hale gelmeye başladı. Bu krizi aşmak, en azından yönetebilmek için zengin, merkez ülkelerin, yoksul ülkelere yardım amacıyla her yıl 2 trilyon dolarlık kaynak yaratmaları gerektiği gerçeği otaya çıktı. Enflasyon içinde durgunluğu ifade eden ‘Stagflasyon’ ve jeopolitik rekabet ortamında, merkez ülkelerin halkları yöneticilerinden, sosyal yardım, koruyucu önlemler beklerken umudunu ‘büyümeye’ bağlamış hükümetlerin böyle bir kaynağı yaratmaya ve dağıtmaya niyeti, cesareti yokmuş gibi gözükmektedir. Yoksa yok ama küresel ısınma, iklim krizi hızlandıkça, göçmenler krizi, kaynak dağılımına ilişkin küçük yerel savaşların büyük savaşlara dönüşme riski de hızla artmaktadır. Bu riskler, ülkelerin var olan veya varsa ‘demokratik’ sistemlerini tehdit etmeye başlayan ‘süreç olarak bir bakıma faşizmi’ hızlandıran dinamiklere dönüşmektedir, ne yazık ki!..

Diğer taraftan da, kapitalist sistemin yarattığı çelişkilerin getirdiği baskı, basınç, uzlaşarak, toplumların rızasını alarak veya kandırıp aldatarak bu sayede birlik, beraberlik sağlayarak yönetilebilecekleri aşamayı ve düzeyi çoktan geçmiş durumdadır. Diğer bir başka deyişle ve belki daha doğru bir anlatımla ‘kapitalist gerçeklik’ ve bu anlama gelen ‘gerçekçilik’ toplumların baskı ve psikolojik algılarla oluşturulan basınçla birlik ve bütünlük taklidi yapmaktan, ister istemez ‘süreç olarak faşizmden yana şekilleniyor.’ Bu sözünü ettiğim ‘gerçekçilik’ ve ‘gerçekliği’ tüm ‘GERÇEKÇİLER’ ile birlikte 1930’larda Almanya ve İtalya’da, sonrası süreçte İspanya ve Portekiz’de Arjantin, Filipinler’de, son 20 yıllık süreçte ise Türkiye’de olduğu gibi ya fiziksel olarak yok ediyor ya da demokratik, laik, özgürlükçü yanlarını aşındırarak bir bakıma yeniden şekillendirmektedir. Bu ifade etmeye çalıştığım, ‘gerçekliği’ ve “birlik, beraberlik” bozulması diye vazgeçilmez sayılan ilkelerden taviz verme, uyum sağlama biçiminde bu türden fantezileri ‘reddetme’ cesaretini belki de gösterebilmek gerekmektedir. Bu durum ise kapitalist biçimleri ve yöntemleri reddetmeden asla olanaklı değildir, diye düşünüyorum. Bu türden cesaret göstermenin örnekleri yalnızca ‘sosyalist’ gelenekte mevcuttur. Bu türden yani sosyalist geleneği, ‘insanlığın sorunlarını çözme tarzlarını, eleştirel biçimde, yeni durum ile uyumlu’ olacak biçimde şekillenen yeni ekonomik, teknolojik, siyasi, kültürel biçimlere karşı yeniden, ‘tarihsel zaman ile bugün acil olan’ arasındaki çelişkiyi yönetmeyi başararak canlandırmak, hayata geçirmek gerekmektedir. Tüm bu yazarak anlatmaya çalıştıklarım çerçevesinde ve dilimin döndüğünce, aklımın yettiğince bende oluşan kanaat odur ki, siyaseti sol tarafta yapanların ‘gerçek sorumluluğu’ da burada yatmaktadır. Yazımı dikkatlice okuyun ve sonra beni yanıtlayın; HAKSIZ MIYIM, YANLIŞ MIYIM?..