EĞER LAİK DÜZEN YOKSA DEMOKRASİDE YOKTUR

Geçen Pazar gerçekleştirilen cumhurbaşkanlığı seçimi ikinci turundan önce ülkemizin Anayasa’sında ifade bulduğu gibi ‘demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti’ niteliğine tekrar kavuşacağını, gittikçe karanlıklaşan ve de kokuşma ve çürümenin zaman geçtikçe had safhaya eriştiği teokratik faşizmin gölgesindeki tek adam rejiminden kurtulacağını düşünüyordum. Ama öyle olmadı elbette..

 Bu konuya dair bir başka yorum ve deyişle; 12 Eylül 1980 Askeri darbesi ve izleyen süreçte etkisini yıllarca sürdüren süreç sonrası gibi 43 yılın ardından belki de ilk kez ve yeniden ülkemiz laik ve demokratik bir anlayışla çağdaş dünyaya kapılarını açacağını umuyor ve diliyordum ama..

Bu noktada bir kez daha ‘LAİKLİK’ vurgusu yapmadan geçemeyeceğim. Anımsıyorum yıllar önce büyük usta, üstat İlhan Selçuk, “Laiklik olmadan asla demokrasi olmaz” demişti. LAİKLİK; Dini yozlaştırmadan kendi değerleri içinde yorumlamak ve hiçbir şeye peşkeş çekmemek anlamını taşır. Laiklik, Machiavelli’nin dediği gibi de bir anlamda ‘siyasanın dinden bağımsızlığı’ anlamını taşır. Laiklik olmadığı için 1400’lü yılların Vatikan’ın egemenliğindeki İtalya’sında Giordano Bruno bunun için yakılarak öldürülmüş, 1500’lü yılların İspanya’sında Tommaso Campanella yirmi beş, otuz yıla yakın bir süre zindanlarda sürünmüş, ağır eziyetler görmüştür. Kiliselerin engizisyon mahkemeleri aydınlanmacı düşünürleri yargılamak ve dolayısıyla yok etmek amacıyla kurulmuştu. Galileo Galilei bunun için kendini yadsımak yani göz ardı etmek zorunda kalmış ama uzun ve çileli uğraş ve mücadeleler sonucu bilimin bağımsızlığını sağlayabilmiştir. Bugün Batı Dünyası bilimin ve siyasetin bağımsızlığı üzerine kurulu bir düzen ile işlemektedir. Günümüz dünyasının güncelinde ülkemiz siyasetinde siyaset yapan ve de iktidar sahibi olanlar 2o yıl önce belki anımsayacaksınız, Avrupa Birliği’ne gireceklerini söyledikleri zaman bizlerin çoğuna bu vaat hiçte inandırıcı gelmemişti. Ama kimilerini de fazlasıyla cezbetmişti. Bazı Avrupalılar dahi ‘Müslüman demokratları destekleyeceğiz’ demişlerdi. Hatta “Bizde Hıristiyan demokratlar, sizde Müslüman demokratlar olacak” demişlerdi. Bugün bakıldığında Hıristiyan demokratlar yerlerinde dururken ve de konumlarını korurken ‘bizim Müslüman Demokratlar, siyasal İslamcılığa’ evrili verdiler. Hataları, kusurları, yanlışlarıyla eskinin Laik Türkiye’sini daha çok arar duruma geldik ne yazık ki!.

Daha fazlasını ve daha da ötesini söyleyeyim; Ekonomisi çökmüş, yokluklar, kuyruklar içinde inleyen, toplumsal barışı epeyce bozuk durumda, siyasal istikrarsızlığın siyasal çatışma ve suikastların ardı arkasının kesilmediği 12 Eylül 1980 Askeri cunta darbesi öncesindeki süreçte ülkemiz dünyanın bana göre belki de laik düzenin en iyi uygulandığı bir süreç yaşıyordu. ‘Nasıl olur, niçin böyle söylüyorsun?’ Diyenlere yanıtım şudur;  ‘Çünkü bilime ve siyasete bu denli din bulaşmamış, bulaştırılamamıştı. Çünkü o dönemde merhum Necmettin Erbakan, Milli Selamet Partisi’yle azıcık ve bir parçacık din eksenli siyaset yapma çabaları seçmen nazarında en fazla sandıkta yüzde iki buçuk üç oy potansiyeliyle teveccüh görüyordu da o yüzden..

O süreçte yani 1970’ler hatta daha öncesi 1960’ların ikinci yarısında ülkenin seçmen tabanını oluşturan büyük çoğunluğu ‘Cumhuriyet kuşağı’ denilen kitlenin en fazla yüzde 20’ler düzeyindeki muhafazakar tabanına dahi Erbakan gibi ‘DİNCİ’ siyasetçiler, sempatik gelseler, söylemleriyle alkış alsalar dahi sandığa gidildiğinde ya hiç ya da çok az oranda oy alabiliyorlar, karşılık bulabiliyorlardı. Bu konuda beni belki de çok iddialı bulduğunuzun farkındayım ama geçmişe dönük yorum analizlerimi gerçekler üzerinden doğru yaptığıma inanıyorum. Sizler yine de bu konuda o günlerle bugünler arasında kıyaslama yapmak için küçükte olsa bir araştırma yapmak ya da çevremizdeki siyaset kurumlarına, üniversitelere ve camilerde söylenilenlere, toplumumuzun yaşam biçiminde gerçekleşen değişime bakmanız yeterli olacaktır. Bu değerlendirmeyi yapmayı sizlerin takdirine bırakıyorum. Özellikle bugünlerde, bir parça ekmeğin peşinde koşan milyonlarca ülke insanı hem ekmeğinin peşinde koşsun, hem de neden ve niçin bu hallere düştüklerini bir görüp düşünsünler, diyorum. İşte o nedenle bir kez daha vurgulayarak belirtmek istiyorum ki; ‘Laik bir anlayışa, çağdaş ve uygar bir yaşam biçimine salt bizim değil tüm toplumların her zaman vazgeçilmez ölçüde gereksinimi vardır, daima olacaktır.’ Laiklik şu an için toplumun büyüce bir kesimi için ‘kuru kuruya’ kaldığı için belki de bir anlam taşımayabilir. ‘keşke taşısaydı ama’ bu denli yoksulluğun, yolsuzluğun, açlığın, sefaletin rezaletin içinde yaşarken daha doğrusu yaşamak zorunda kalmış iken somut anlamda laikliğin var olması ya da olmaması, pekte öyle büyük önem taşımamaktadır. Bu durumdan laik olmayan bir ülkede yaşamak zorunda bırakılmış olmanın çokça payı vardır. Çünkü laik olmayınca demokrat olamamanın sıkıntısı içinde kalan toplum katmanlarındaki bireyler hukuk ve adaletten uzak, dahası yoksun kalmış daha doğrusu yoksun bırakılmış durumdadır. Hak, hukuk, adaletin yokluğu hakça paylaşımı ortadan kaldırmış, açlık, yoksulluk, huzursuzluk, fukaralığı getirmiş, zengin daha zengin, yoksul daha yoksul hale gelmiştir. Yanılmıyorsam İlhan Selçuk 2005 yılında Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan yazılarının birinde Kendine ‘ben laik miyim?’ Diye soruyor ve kendi sorusunu şöyle yanıtlıyordu; “Ulu Önder’in ardından özellikle 1950’den sonra uygulanan karşıdevrimci, popülist siyasete ve tarikatlara hoş görünmek sevdasındaki politik yaklaşımlar bizi bugün laikliği tartışma aşamasına getirmiştir.” Üstat İlhan Selçuk bu yazıyı 2004 yılında kaybedilen yerel seçimlerin hemen ertesi yıl kaleme almıştı. Ben de laik Cumhuriyet’in fiilen çok ağır bir darbe aldığına inandığı 28 Mayıs cumhurbaşkanlığı seçimi ikinci turu sonrasında kaleme aldım. Yani o günden bugüne aradan geçen yaklaşık 19 yılda maalesef kaygılar azalacağına veya yok olacağına daha artmış durumdadır. Öyle değil mi?..