Bizler, Türkiye’de son yapılan seçim sonuçlarına bakıp, kendi derdimize yanarken yani karamsarlık içinde debelenirken dünyanın çoğu ülkelerinden gelen seçim haberleri de küresel anlamda bir çölleşme yaşandığını göstermektedir. Bu bahsettiğim çölleşme iklimsel değildir, düşünseldir yani fikirsel iklimin çölleşmesidir, ne yazık ki!..
Örneğin; İtalya’da faşist diktatör Mussolini hayranı Meloni, seçimlerde birinciliği göğüslediğinde bunun ne kadar bulaşıcı olabileceği siyasal yorumcular tarafından konuşuluyor, tartışılıyordu. En son Hollanda’da yapılan genel seçimlerde bir kez daha görüldü ki, ‘AŞIRI SAĞ’ yani faşist eğilimli bir partinin birinci çıkması Avrupa’da gün be gün birbiri ardına yapılan seçimlerde rotaya çıkan sonuçların ‘NORMAL’ hale geldiği yani ‘OLAĞAN’ sayıldığını göstermektedir. Almanya’dan Fransa’ya, Belçika’dan Avusturya’ya kadar Avrupa Birliği coğrafyasında bir süreden beri ‘YABANCI DÜŞMANLIĞI’ ile doruğa çıkan, kökeninde çok daha derin ‘faşizan nedenlerin’ olduğu apaçık bir ‘aşırı sağ’ siyasal yükselişin dikkat çektiği gözlenmektedir, ne yazık ki!..
Bu duruma Avrupa’nın ötesinden başka bir belirgin örnekte ABD’de Donald Trump’ın yeniden aday olma yoluna girmesi ve bu yolda ilerlemeye başlaması, Arjantin’de ‘DELİ’ lakabıyla anılan Milei’nin yapılan seçimleri farklı kazanması sözünü ettiğim sorunun sadece Avrupa kıtası ile sınırlı olmadığını da apaçık göstermektedir. Bu konuya daha geniş ölçekle bakınca 1991’de Sovyetler Birliği’nin büyük bir toz ve belirsizlik bulutu ile aniden çökmesine kadar inmek gerekiyor, kanımca. O zamana kadar var olan Doğu Bloku’ diye adlandırılan siyasal rejim bloğunun varlığı başını ABD’nin çektiği Batı Dünyası’nı “komünizm tehlikesine” karşı önlemler almaya itiyor, dolayısıyla bu korkuyla aralarında Türkiye’nin de bulunduğu ülkeler arasında oluşmuş saflar gayet sıklaştırılmış biçimde dimdik duruyordu. Bu safların gayet sıklaştırılmış halde durmasına tipik bir örnek bence Batı bloğu içinde yer alan ülkelerde ‘Sosyal Devlet’ kavramının ve anlayışının olabildiğince güçlendirilmesiydi. Böylece kapitalizmin de insana önem verdiği, emeğin hakkını savunduğu fikri topluma yerleşebilirdi. Daha insanca bir dünya isteyenlerin başka sistemler araması belki önlenebilirdi. Sovyetler Birliği’nin çöküş sürecine girmesinde itibaren yani a980’lerin ikinci yarısından itibaren direksiyonunda küresel aktörlerin olduğu kapitalizm düzeninde de ‘kapitalizmin gayet vahşi gidişatı’ sürecine geçildi. Örneğin paranın sınırsız özgürlüğüne karşı emek sömürüsünü güçlendirmek için yüksek daha duvarlar örüldü, daha büyük engeller rotaya konuldu. ABD’nin merkezine kendini koyup tek kutuplu dünya dayatmasından adeta kan ve gözyaşları fışkırdı. Çin’in de buna karşı geliştirdiği politikalar ile ABD’yi açıkça engelleyemese de Amerika’nın bütün planlarını bozdu. Çöküş hatta batış aşamasındaki Sovyetler Birliği’nin Doğu Avrupa’da miras bıraktıklarına Avrupa Birliği ve NATO üyelikleriyle Amerika’nın başını çektiği ‘BATI DÜNYASI’ el koydu. Ancak başta Macaristan ve Polonya olmak üzere bu ülkelerde birbiri ardına iktidara gelen antidemokratik anlayıştaki hükümetler ve dolayısıyla yönetimler, Avrupa Birliği içinde maalesef demokrasiye bir türlü dönüşemedi. Tam tersine Avrupa Birliği ülkelerinin bazıları onlara benzemeye başladı. Tarih boyunca yaşanan göçler bence insanlık tarihin bir anlamda motorudur. Bütün siyasal coğrafyalar büyük ölçüde bu kast ettiğim göçlerle şekillenmiştir. Ancak çağımızda yaşanan göçler büyük arayışların sonucu olmaktan çok büyük acıların sonucudur aynı zamanda. Bundan ülkemiz Türkiye de payını fazlasıyla almaktadır kanısındayım. Avrupa’nın şu an ki, güncel sorunu olan Suriye, Afganistan, Sudan başta olmak üzere başka kıtalardan Avrupa’ya doğru yaşanan kitlesel göçler, aynı zamanda çok yoğun ve çözülemez biçimde siyasal sonuçlar doğurmaktadır. Bunun sonucu ortaya çıkan ve gittikçe artan ‘Yabancı Düşmanlığı Sorunu’ bana 70’li yıllarda ortaya çıkan ve seksenli yılların başında yükselmeye başlayan, doksanlı yıllarda ise epeyce artan o zamanki ‘yabancı düşmanlığı’ sorununa karşı başta Almanya olmak üzere bazı Avrupa Birliği ülkelerinin ürettiği ama tam anlamıyla uygulamaya sokamadığı ‘yabancıların sisteme entegre edilmesi politikalarının’ bu kez tümden yırtılıp atılmasına yol açmasını anımsattı. Bu durumun bugünlerde en sıcak örneği Hollanda’da yaşanan siyasal gelişmelerdir. Seçimlerden birinci çıkan aşırı sağ eğilimli, Wilders’in söylediklerine yaptıklarına yani icraatlarına baktığınızda Hitler’e rahmet okutacakmış gibi gözükmektedir. Bu tabloya bakan ve doğru okuyan kimi siyaset bilimciler ve yorumcular, önümüzdeki yıl mayıs ayında yapılacak seçimlerinden sonra Avrupa Parlamentosu’nda ‘Avrupa Birliği Karşıtı’ bir çoğunluk gerçekleşir ise kesinlikle şaşırmamak gerektiğini kaydediyorlar. Bu durumun ‘Avrupa Birliği’nin çöküşüne giden yolun başlangıcı’ yani ‘Avrupa Birliği çöküyor’ demek için henüz çok erken olduğunu belirtmekle birlikte Avrupa Birliği’nin 1990 sonrasından koyduğu genişleme, ilerleme ve büyüme hedeflerinin büyük oranda yani yüzde 90 oranında tutmadığı, dolayısıyla gerçekleşmediğini bundan sonraki süreçte ise bu hedeflerin gerçekleşme olasılığının hiç olmadığını bugün için rahatlıkla söyleyebiliriz. Halen devam eden Ukrayna ile Rusya arasındaki savaşın ve Gazze’de yaşanan İsrail ile Hamas arasındaki savaşta Avrupa Birliği’nin içine düştüğü çaresizliği de buna eklemek bence gerekli bir durumdur. Tüm bu yaşananların sonucunda sadece Avrupa’da değil tüm çoğu ülkesinde gözlenen ‘AŞIRI SAĞ’ siyasal akımının oldukça yükselmesi asla rastlantı değildir kanısındayım. Avrupa’da İspanya dışında yüzde 25 bandına ulaşabilen herhangi bir solcu, sosyal demokrat veya sosyalist parti kalmadığı görülmektedir. Almanya’da ise aşırı sağ partilerin toplam oyunun yüzde 30’u bulabileceği hatta aşabileceği konuşulmaktadır. Almanya’da şimdilik ‘Sosyal Demokratlar’ iktidardadır ama bunlar oylarını yükseltebilecek bir siyasal çizgiden epeyce uzakta durmaktadır. İnsanlığın peşinden gideceği, tartışarak büyütüp geliştireceği siyasal hedefler de işte bu sayede bence erozyona uğramıştır. İşte yazımın başlığında ve başlangıcında sözünü eğitim düşünsel anlamda yaşanan ‘iklimsel biçimiyle gelişen fikirsel çölleşme’ hemen dünyayı bu hale getiriyorsa eğer o zaman ‘fikirsel çölleşme’ de insanlığı o hale getirmektedir. İnanın, Türkiye’nin bu durumdan aldığı pay kat be kat katmerlidir! Bu duruma karşı da kaygıyla, korkuyla yapılacak hiçbir bir şey yoktur. Unutmayın, ‘akıl asla yenilmez!’ O nedenle bu negatif gidişe ‘DUR’ diyebilecek, insanları tutuculuk ve bağnazlık girdabından çekip çıkarabilecek yeni fikirler, yepyeni hedefler üretmek gerekmektedir!..
Yorum yapın