DIŞ GÜÇ DERKEN İÇ GÜÇLERE DE ŞÖYLE BİR BAKMAK LAZIM!..
Benim bildiğim, öğrendiğim ve anladığım anlamda dış güç; Emperyalizm, dış güç olarak, diğer ülke, ülkeler üzerinde, siyasal, ekonomik, askeri, kültürel hegemonya kurarak yönlendirmesi ve bir anlamda yönetmesidir. Emperyalizm yayılmacıdır. Gücü, askeri, teknik, ekonomik olmaktan çok, hedefleri ülke veya ülkelerde satılık, kiralık, ürkek kişiler bularak, kuklalar sürerek, dış borç vererek, ortaklıklar kurarak, kurumlarına sızarak, yanlış yönde politikalar önererek, dayatarak egemenlik sağlar. Birinci Dünya Savaşı sonrası, Osmanlı topraklarını paylaşan emperyal güçler, Sevr Antlaşması’yla Osmanlı’ya bıraktıkları, Anadolu’nun bir bölümü üzerinde kendi güdülemesinde monarşik, İslamı esaslara göre yönetilen bir devletin kalmasını amaçlamışlardı. Anadolu’nun kendileri için uygun gördükleri yerlerini de işgal etmişlerdi. Birinci dünya savaşını öncü ve lider yani başat emperyal gücü İngiltere’dir. İngiltere ve Fransa savaş öncesi Sykes-Picot olarak anılan anlaşmayla Ortadoğu’yu bölüşmüş, Suriye, Lübnan Akdeniz sahil bölümü Fransa’ya bırakılırken petrol zengini bölgelere İngilizler el koymuş, mütareke koşullarına da aykırı olarak öncelikle Musul’u işgal etmiştir. Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyetlerinin kurulması, bağımsızlık mücadelesinin başlaması üzerine, emperyal güçlerin işgalleri sürerken, Dönemin İngiltere Başbakanı Lloyd George bağımsızlık hareketini boğmak ve Batı Anadolu’nun işgali için Yunan ordusunun İzmir’e çıkmasını 5 Mayıs 1919 tarihinde önermiş, 15 Mayıs 1919’da İngiliz destekli Yunan ordusu İzmir’e çıkmıştır. Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun’a çıkışının ertesi günü de İstanbul’da işadamlarının, yöneticilerin de katılımıyla İngiliz Muhipler Cemiyeti kurulmuştur. Mustafa Kemal Paşa’nın Amasya Genelgesi sonrası, İngiliz destekli, din söylemi ağırlıklı iç ayaklanmalar başlamış, ayaklanmalar bağımsızlık savaşı boyunca ve Cumhuriyetin ilk yıllarında da sürmüştür. İkinci Dünya Savaşı sonrası emperyal güç ABD’dir. İnönü, Roosevelt, Churchill arasında 1943 Kahire buluşması bir yana bırakılacak olursa, ABD ile yakınlaşma, savaş sonrası Stalin’in Kars ve Ardahan’ı Boğazlardan serbest geçişi birlikte kontrolü istemesi üzerine ABD Türkiye’ye destek gösterisi olarak 1946 yılında daha önce vefat etmiş büyükelçi Münir Ertegün’ün naaşını Missiouri zırhlısıyla Türkiye’ye İstanbul’a gönderilmesiyle başlamıştır. ABD Başkanı Truman, Sovyet yayılmasını önlemek amacıyla Truman Doktrini olarak anılan Türkiye ve Yunanistan’a 400 milyon dolar tutarındaki askeri ve ekonomik yardım programını uygulamaya koymuştur. 1948 yılında Marshall Planı olarak da anılan Avrupa Kalkınma Planı uygulamaya konulmuş, Türkiye de program kapsamına alınarak 1948-52 döneminde borç-hibe şeklinde Türkiye’ye 35.7 milyon dolarlık kaynak aktarılması öngörülmüştür. 1950 sonrası DP döneminde yakınlaşma, dış güç etkisi belirginleşerek sürmüştür. Türkiye 1951 yılında ABD’ye destek olarak Kore’ye asker göndermiş, 1954 yılında NATO’ya alınmış, dış telkinlerle 6224 sayılı Yabancı Sermayeyi teşvik, 6326 sayılı petrol kanunları kabul edilmiştir. ABD ile iyi yani dostane ilişkiler sürerken 1964 yılında Kıbrıs olaylarının tırmanışa geçip Türkiye’nin müdahale hazırlıklarının başlaması üzerine, Başkan Johnson dönemin Başbakanı İsmet İnönü’ye Kıbrıs’a müdahale edilmemesini, NATO silahlarının kullanılmamasını isteyen mektubuna karşılık İsmet İnönü’nün “Yeni bir dünya kurulur, Türkiye orada yerini alır” söylemiyle yeni bir dış politika stratejisine yönelmişken, 1965 Şubat ayında koalisyon ortağı sağcı partinin bütçeye olumlu oy vermemesi, bütçenin reddi üzerine İsmet İnönü istifa etmiş ve erken genel seçime gidilmiş, Bu suretle de Türkiye’nin yeni bir stratejiye gitmesi önlenmişti.. Türkiye ile ABD ilişkileri, 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı sonrası yine gerilmiş ve bozulmuş, konulan askeri ve ekonomik ambargo yanı sıra ülkemizde sağ-sol kavgası adı verilen iç çatışmaların tahrik edilmesi, stokçuluk ve karaborsanın teşvik edilmesi, TÜSİAD’ın dönemin CHP Genel Başkanı Bülent Ecevit’in kurduğu koalisyon ve azınlık Hükümetlerine karşı çıkışı ile de ülkede siyasal, ekonomik kargaşa yaratılarak askeri müdahaleye yani darbeye elverişli ortam yaratılmıştı..
1990’lı yılların sonlarına doğru ise ABD, BOP adı verilen Büyük Ortadoğu Projesi ile Afrika’nın, Kuzey Atlantik kıyısından Afganistan’a değin bölgeye hegemonya kurulmasını amaçlamış, siyasal düzen olarak ılımlı siyasal İslam, ekonomik sistem olarak dışa açık uluslararası piyasalara eklem öngörülmüş, Türkiye örnek alarak seçilmişti. Türk-İslam Sentezi söylemiyle siyasal İslamcılara iktidar yolu açılırken özellikle 2017’den sonraki süreçte de MHP’ye kılavuzluk görevi verilmiştir. Anımsayacaksınız, Milliyetçi Hareket Partisi, 2002 erken genel seçimlerinde muhalif parti görünümüyle oy bölme, 2014 Cumhurbaşkanlığı seçiminde Ekmeleddin İhsanoğlu’nun Cumhurbaşkanlığına çatı aday gösterilmesi, 2015’de 5 ay arayla yapılan iki genel seçim öncesi ve sonrasındaki tutumları, 2017’de anayasa değişikliği önerisine verdiği şaşırtıcı desteği, en nihayetinde ise Cumhur İttifakı oluşumuyla verilen görevi eksiksiz yerine getirmiştir..
Tüm bunlar yaşandığı ve bildiği halde dillere pelesenk olacak biçimde hala Dış güç yakınması yapılırken, sözüm ona şiddetle karşı çıkılırken, iktidar yolunun nasıl hazırlandığı, açıldığı bence daima anımsanmalı hatta hiç unutulmamalıdır!..
Yorum yapın