Eğer dünkü yazımı görüp okumadı iseniz lütfen önce dün bu sütunlarda yayımlana yazımı okuyunuz sonrası ise bugünkü yazımı okumaya başlayınız. Şimdi dünkü yazımı okudu iseniz o yazımın son cümlesinden bugün kaldığım yerden devam ettiğimi hemen anlayacaksınız. Diyanet İşleri eski Başkanlarından Ali Bardakoğlu siyasetin dine nasıl alet edildiğine ilişkin açıklamalarında biraz sonra okuyacağınız şu tespitleri yapmaktadır; İslam dünyasında şiddet vardır. Mezhep çatışmalarında kan akıyor, birbirlerinin camilerini bombalıyorlar. Sünni ve Şii ulema bir araya gelip tavır alamıyor. Aksine kendi mezhep mensuplarını haklıymış hale getiren karşıt fetvalar yayınlıyorlar. Sözde alimler sürekli cihat, tekfir ve canlı bomba fetvaları veriyorlar!..’

İslam tarihi üzerine araştırmalarıyla tanınan İlahiyatçı Yazar İhsan Eliaçık ise bu konuya ilişkin somut kanıtlarda sunmaktadır; İslam’ın ilk üç halifesini kimler öldürdü, Haçlılar mı yaptı bunu? Kerbela’yı kim yaptı, Batılılar mı? Mekke’yi, Medine’yi kim basıp ateşe verdi? İslam tarihi kan şiddet ve ayaklanmaları bastırmakla doludur. İslam tarihi bu açıdan kendisiyle yüzleşmesi gereken kanlı bir tarihtir. Peygamberimizin bütün mesajları adaletli, eşitlikçi, barışçı olmak üzerineydi ama bu Kerbela da maalesef son bulmuştur. Kerbela da peygamberimizin torunu Hazreti Hüseyin’in kafasının kesilip, saraya gönderilmesiyle bu iş bitmiştir. Ondan sonraki kanlı imparatorluklar tarihidir. Emeviler, Abbasiler, Osmanlıların dönemleri hep ele geçirme, işgal, fetih hareketleriyle doludur. İslam’ın barışçıl ruhu peygamberimizden 50 yıl sonra bitmiştir!..

Bu tarihi evrimin nedenini Ali Bardakoğlu din ile siyasetin iç içe girmesinde görmektedir; Siyaset ile İslam'ı özdeşleştiren ve bireyleri din konusunda yol ayrımına getiren bir dil benimsenmiş durumdadır. Bu dil, Kuran'da ve peygamberimizde olmayan, sonradan üretilmiş siyasal bir dildir, dinsel bir dil değildir. Din, ideolojilerle yarıştırılmış, kavgalar din üzerinden verilmiştir. Herkes dinden kendini meşrulaştıracak veya ötekini dışlayacak argümanlar seçme yarışına girmiş görünmektedir…

Bu görüş bence de son derece doğrudur. Çünkü günümüzde ‘bireye özgürlük alanı’ bırakmak şöyle dursun, kimi sevip kime karşı olması gerektiğine kadar inen ‘Prototip Müslüman’ modeli sunulmuş, aslında dayatılmıştır. Oysa bizim kökleşen geleneğimiz böyle değildi. İslam, hep sivil ve özgür ortamlarda gelişmiştir. ‘O halde çare nedir?’ diye düşünüp sorduğumuzda karşımıza üzerinde çok dikkatli düşünülmesi gereken yanıtlar ve bir o kadar yeni sorular çıkmaktadır. Belli ki çare Kuran ve sünnete olduğu kadar çağın gerçeklerine uygun bir din eğitimini verebilmekle doğrudan ilintilidir. Şöyle ki; ‘Gerçek İslam'ı kim bilir ve belirler?’ diye de sorulunca ‘Elbette Ulema’ deniliyor. İyi ama zaten mevcut sorunların arkasında günümüz ulemalarının bir hayli noksan ve hatta sakat zihin yapısı yok mudur?..

Bu durum aslında yeni bir açmazla karşı karşıya kalmamıza neden olmaktadır. Kuran'ı Kerim’in Alak Suresinin ilk ayeti ‘İkra’ yani ‘Oku’ diye başlar. Oku aslında ‘Anla’ demektir. Özellikle son yıllarda ortalık kendine İslam adına konuşma yetkisi verenlerle doldu. Bunların önemli bir bölümü de şu veya bu şekilde siyasette boy göstermektedir. Bu kişiler öncelikle dinini iyi bilmelidir. Ama şurası da bir gerçek ki, dini iyi bilenler zaten ‘İslam adına’ konuşma yetkisini kendinde görmez, göremezler. Geçmişten bu yana yıllar, yüz yıllar boyu İslam'a en büyük kötülüğü dini siyasete alet edenler yapmıştır. Dini siyasete alet edenler; ‘İslam'ın baskıcı, yasakçı, insanlara seçim hakkı bırakmayan bir din olarak algılanmasına yol açmışlardır!’ Kendini Müslüman olarak tanımlayanlar, dini siyasette kullananlara inanmak yerine, Kuran'ı biraz dikkatle okumayı deneseler, İslam'ın gerçeklerini orada göreceklerdir. Çünkü her şey Kuran'ı Kerim’de açıkça anlatılmıştır. Çok okuyan, okuduklarını sorgulayan, öğrendiklerini araştıran ve yaymaya çalışan biri olarak; Dini siyasete alet edenlerin bir hastalık gibi yaydıkları ‘İslam'da doğru bilinen yanlışları’ olabildiğince tespit edip, ulaştığım insanlara dilimin döndüğünce anlatmaya çalışıyorum. Anlattığım ilk konu; ‘Allah'ın, insana seçme özgürlüğünü vermiş olmasıdır. Allah insana, inanıp inanmama, dinin gereklerini yerine getirip getirmeme özgürlüğünü tanımıştır.’ Bu özgürlüğü görmek için Araf suresinin 172. Ayetine bakarak başlayalım. O ayet şöyle der; “Kıyamet gününde, ‘bizim bundan haberimiz yoktu’ dememeniz için Rabbin, adem oğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini çıkardı. Onları kendilerine şahit tuttu ve dedi ki, 'Ben sizin rabbiniz değil miyim?' Onlar da ‘evet buna şahit olduk’ dediler.” İlk okunuşunda anlaşılması biraz zor gibi gözükse de bu ayet, Allah'ın insanlara tek tek hitap ettiğini ve sorduğu soru ile onlara ‘evet’ ya da ‘hayır’ deme hakkını verdiğini, yani özgürlük tanıdığını göstermektedir. Aksi takdirde, bu soruyu sormaz ve doğrudan “Ben sizin rabbinizim” derdi. Allah'ın, insanların kendisine inanıp, inanmama konusunda verdiği özgürlükle ilgili, Peygamberimizi de uyardığını biliyoruz. Bu durum, Kuran'ın Gaşiye suresinin 22.Ayetinde, “Resulüm, sen onlara hatırlat. Çünkü sen sadece hatırlatıcısın. Onları zorlayıcı değilsin” sözleriyle anlatılmıştır. Yani verilen mesaj gayet açıktır; Peygamberimiz, Allah'a iman edilmesi konusunda sadece hatırlatmakla görevlidir. İnsanlara yine ‘evet’ ya da ‘hayır’ deme özgürlüğü tanınmıştır. Zaten Allah seçme özgürlüğünü tanımasaydı, tüm insanları kendisine inanlar olarak yaratırdı. Her şey bu kadar açıkken, Allah, Kuran’da inanç özgürlüğünü net bir şekilde tanımışken, Peygamberimize vermediği yetkiyi, dini siyasete alet edenlerin kullanması, dolayısıyla insanlara baskı yapmaları, aslında Kuran'ın inkarı değil midir? Dini siyasette kullananlar, dini değerleri siyasi konuşmaların içine yerleştirenler, İslam'ı sadece baskıcı ve dayatmacı bir dinmiş gibi göstermekle kalmaz, olmayan bir yetkiyi kullanarak, Allah'a şirk, yani eş koşup, O'nun bağışlayıcı, hoşgörülü, seçim özgürlüğü tanıyan özelliklerini de yok saymış olurlar!..