DEVLETLERİN ‘DEVLET ADAMLIĞI’ SORUNU OLUR MU, OLMAZ MI?

Devlet; Devlet adamlarını doğurur, devlet adamları da o devleti geliştirir. Yani devlet ile devlet adamı arasında, birbirini güçlendiren bir doğru orantı daima vardır. Kuşkusuz bu durumun tersi de doğrudur. Devlet çözülürken, devlet adamları da azalır. Devlet adamlarının azlığı sorunu, aynı zamanda ‘aydın erozyonu’ ya da ‘yozlaşması’ her ne derseniz deyin artık, işte o sorununun bir türevi olarak kabul edilmelidir. Farkında mısınız bilmiyorum ama uzunca bir süredir, Türkiye ‘DEVLET ADAMI’ sorunu yaşamaktadır. Gerçi sadece Türkiye değil, dikkat ederseniz hemen tüm dünya ülkeleri, özellikle Batı dünyası devlet adamı yoksunluğu, kıtlığı sorunu yaşamaktadır. Fransızların dünyaca ünlü De Gaulle tipi akıllı, mantıklı oturaklı, lafını sözünü bilen devlet adamlarının yerini, Ginger’a binmesini dahi beceremeyen ve ilk bindiğinde salakça düşen ABD’nin önceki başkanlarından Bush gibi veya uzun yıllar halkına ve dünyaya açıkça yalan söyleyen İngilizlerin eski başbakanlarında Blair gibileri, maiyetindeki kadın polisleri dahi taciz etmekten çekinmeyen İtalyanların eski başbakanı Berlusconi’lere, ismi sürekli skandallara karışan yaptığı fgaflar, kırdığı potlarla ünlenen Fransız Sarkozy’ye kadar, ardından gelen Macron’a değin ve daha nicesi dünya siyaset sahnesinde yerini ne yazık ki aldı. Batı dünyasının Fransız De Gaulle tipi son devlet adamı, belki de Almanların Merkel’i idi. Bugünkü yazıma neden böyle bir giriş yaptığımı eğer tahmin edemediyseniz, biraz daha bekleyin, lütfen biraz daha sabırlı olun..

Bu ülkenin Cumhurbaşkanı ve aynı zamanda iktidar partisi AKP’nin genel başkanı ve komuta kademesinde bulunan generaller ile ana muhalefet partisi CHP’nin genel başkanı üçgeninde yaşanan son alkış krizi, bu ülkenin, yani ülkemizin zaten öteden beri, yani bilhassa son 43-44 yıldır kronik biçimde var olan ‘DEVLET ADAMI’ sorununa değinmemi gerektirdi..

Bu konuyu girmeme yol açan gelişmeyi bilmeyenler, haberi olmayanlar için özetle tekrar anlatmakta yarar görüyorum. Cumhurbaşkanı Erdoğan bir askeri proje töreninde yaptığı konuşmasında, bence gündemin ve asıl konunun dışına çıkarak belki de siyasal propaganda yapma fırsatını bulmuşken değerlendirmek amacıyla çoğu zaman yaptığı gibi ana muhalefet lideri Kılıçdaroğlu’nu eleştirdi. Oradaki törende bulunan komutanlar da Cumhurbaşkanı’nın ana muhalefet liderini hedef alan bu konuşmasını alkışladılar. Ana muhalefet lideri de kendince haklı bulduğu sebeplerden dolayı bu alkışlama durumuna sert biçimde tepki gösterdi. Şimdi buradan hareketle iki önemli hususa dikkat çekmek isterim;

Birincisi şudur; Hangi ülkede olursa olsun, hiç fark etmez. Bir devlet adamı, askeri veya sivil üst düzey devlet görevlilerini siyasal anlamda partili siyasetin bir tarafı olmaya zorlayacak, siyasal bir tercihte bulunmaya mecbur kılacak biçimde bir pozisyona asla düşürmemelidir. İkincisi ise; Devlet hiyerarşisi içinde bulundukları üst düzey pozisyonları gereği devlet adamı konumunda olan o alkışları yapan generaller, siyasi kaygı/endişe veya en ufak bir çekince hissetmeksizin, devlet adamı olmanın gerektirdiği tarafsız olma ve tarafsız kalmaları icabı olan yani onlar için doğru ne ise onu yapmalıydılar. Doğru olanda alkışlamak değildi elbette..

Bu konuda kanaatim şudur; Cumhurbaşkanı Erdoğan, devlet işlerinin yürütülmesine yönelik düzenlenen bir törende öyle bir partiler üstü bir ortamda, siyasi parti lideri şapkasını takarak, siyasi rakibini eleştirmemeliydi. Evet, ‘Erdoğan, 2018’den beri partili cumhurbaşkanıdır’ böyle seçilmiştir ama aynı zamanda Sayın Recep Tayyip Erdoğan, halk tarafından partili cumhurbaşkanı seçildikten sonra Meclis kürsüsüne gelerek görevini yaparken ‘tarafsız kalacağına dair’ yemin etmiştir. Kuşkusuz bugünlerde siyasal anlamda bir sorun haline gelen bu konunun bence ana kaynağı, dünyada başka bir örneği olmayan ‘TÜRK TİPİ BAŞKANLIK’ modeli, sistemidir. Durum böyle olunca da, geçen hafta o törende apoletli üst düzey komutanların karşısında konuşan kişi, hem tarafsızlık yemini etmiş ama halk tarafından seçilmiş partili cumhurbaşkanı ve anayasaya göre başkomutan sıfatını taşıyan kişidir ama hem de siyasi rakipleriyle siyaset yaşamının bir gereği olarak mücadele eden, etmesi gereken bir siyasi partinin, hem de iktidar partisinin lideridir aynı zamanda..

Tüm bunları tekrar tekrar anlatmamın sebebi adı geçen kişilerin taşıdıkları sorumluluk derecesinin önemine dikkat çekmek içindir. Bu konuda sadece Erdoğan’a ilişkin eleştirel bir pozisyon yoktur elbette. ‘Nalına da mıhına da’ ilkesinden, düşüncesinden hareketle oluşan bu negatif bu tabloya ilişkin CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu’na yönelikte aynı eleştirel bakışla elbette söyleyeceklerim bulunmaktadır. Söz konusu bu alkışlama/alkışlatma olayı karşısında Kılıçdaroğlu’nun getirdiği eleştiriler haklı bulunur, karşılanabilir elbette ama kanımca, bu haklılık durumu, Kılıçdaroğlu’nun o karşı eleştirileri yaparken işi “cepheden kaçan bol apoletli Ortadoğu ülkeleri generallerine” benzetmesi yapmasıyla ortadan birdenbire kalkmıştır. O benzetmeyi o törende o alkışı yapan, yapmayan generaller de, Türk Silahlı kuvvetlerinin en üstünden en altına kadar hangi rütbe ve kademede, sınıfta olursa olsun hiçbir asker hak etmemektedir. CHP lideri Kılıçdaroğlu’nun bu bilinçte olması ve sözlerini o sorumluluk bilinci içinde sarf etmesi gerekiyordu. Yani herhangi benzer bir siyasi gelişme veya olayda kişilerin sorumluluklarının sırasını ve derecesini dikkate alarak tepki göstermesi, bence izlenmesi gereken en doğru yoldur. Kanaatim odur ki, böylesi bir olayda, öncelikle ve ağırlıkla, sistemsel soruna işaret edilmeli, yani söz konuşu bu alkış olayında olduğu gibi ‘partili cumhurbaşkanı sorununun doğurduğu krizli hallere bir örnek’ olarak konu toplumun dikkatini çekecek biçimde tabirle gözüne sokulmalı ve partili Cumhurbaşkanı’nın kendisini alkışlamak zorunda bırakarak aynı zamanda o komutanları da zor durumda bıraktığını düşündüğüm ‘tarafsız devlet adamı kimliğin çok uzak kalmış’ yönüne ve pozisyonuna dikkatli bir dille işaret edilmeliydi..